Yaşar ATLI


Ağır Ağır Çıkacaksın Bu Merdivenlerden

“Yaşam yolumuzun ortasında karanlık bir ormanda buldum kendimi, çünkü doğru yol yitmişti. Ah, içimdeki korkuyu tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü ormanı anlatabilmek ne zor!”


Dante, Komedyasına böyle başlar. Bir insan kendini ne zaman bulur ve ne zaman kaybeder. Bazen işte bu, şimdi kendimi buldum der. Bir de bakar ki buldum dediği şey kaybetmenin daniskasıymış. Ah, şimdiki aklım olsa der. Hâlbuki şimdiki aklı da çok matah bir şey değildir hani. Gün gördüm, feleğin çemberinden geçtim, der. Fakat sakarlığı devam ediyordur. İnsan bu, meçhul işte.


Bir hocam demişti ki insan ruhunun koordinatları sonsuza açılıyor. Ama yine de küçücük bir yere sığıyor. Öyledir insan, anne karnına sığar da dünyalara sığmaz ve gün gelir iki metrelik bir dar kabre usulca kıvrılır.  Gâh coşuyor seller gibi, gâh esiyor yeller gibi sonra bir bakıyor ki;


Dost bî-perva, felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Derd çoh, hemderd yoh, düşmen kavî, tâli’ zebûn
Saye-i ümmid zâ’il, âfitâb-i şevk germ
Rütbe-i idbâr âlî, pâye-i tedbîr dûn.


Şu kevn-u fesad âleminin ne leylu’n-nehârı, ne ğill’u ğişi, ne hüzn-ü kederi, ne de gül-i gülistanının bir kararı olmadığı gibi insan hayatının dahi bir kararı yoktur. Bir sel gibi mütemadiyen akıyor.
Ruh kemale kırkında erer, derler. Gerçekten de kırk, insan ömründe önemli bir noktadır. Yirmisinde romantik bir hayalperest idim. Otuzumda dünyayı kurtaran bir idealist idim. Şimdi ise hakikat dağına tosladım. Ölmez de kalırsak kim bilir daha neler göreceğiz. Eskiden derdim ki yarın sabah ilk işim Dünyayı kurtarmak olacak. Baktım olmuyor zamanla şöyle demeye başladım: yarın, sabah uykumu aldıktan sonra Dünyayı kurtaracağım. Genç olamayacak kadar yaşlı, yaşlı sayılmayacak kadar genç bu yaşımda artık akıllandım ve diyorum ki yarın Dünyayı kurtaracağım ama bir şartım var. Ne gülüyorsunuz, dünyayı kurtaracak adam hiç mi görmediniz? Gülseniz de haklısınız zira Dünya’yı kurtarmaktan vazgeçmiş değilim. Ama şartımı sormayın çünkü onu ben de bilmiyorum.


 Can Yücel’in şöyle bir şiiri var.
“şunları bir araya toplayayım.
Bir güzel muhabbet edelim” diye düşündüm.

Mutfak işinden de anlarım.
Donattım sofrayı.
Bayağı uğraştım.
Hepsinin, ayrı ayrı ne
yemekten, ne içmekten
hoşlandığını iyi bilirim.
Bayağı da para gitti.

Birinin yediğini öbürü yemez.
Ötekinin içtiğini beriki içmez.
Dört kişilik sofra kurdum.

Mumları da yaktım.
Bak hepsi, Erick Satie severdi.
Hatırladım.
Müziği de ayarladım.
Geldiler.

20 yaşında ben,
35 yaşımda ben,
40 yaşımda ben ve
bugünkü ben dördümüz.

Yirmi yaşımı, otuz beş yaşımın karşısına oturttum.
Kırk yaşımın karşısına da, ben geçtim.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.

Yatıştırayım dedim.
“Sen karışma moruk” dediler. Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.

Evin de içine ettiler.
Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine.
Şarabî Baba çok haklı. Her yaşın kendine göre bir havası var. İnsanın bazen günü gününe, saati bile saatine uymuyor. Delikanlı çağımızdaki cevher, sonra uslandım gayri tövbeler olsun demeler. İnsan çok geç demleniyor. Sonra da göçmen kuşlar gibi işte; bir varmış bir yokmuş.
İnsan değişir, ben de değiştim. Yirmi yaşımda aynaya bakınca ‘gelemem aynalar yolumu kesti’ derdim. Bundan birkaç yıl önce ‘aynaya dikkatli bak işte bu sensin’ demişim. Şimdi bakınca ‘bu ben miyim’ diyorum. Yirmisinde bir bedenimin olduğunu, otuzunda bir kalbimin olduğunu ve şimdi ise bir aklımın olduğunu keşfettim.
Ve içimdeki eski şarkı bitti. Fakat Dünya yuvarlak olduğu için mi yoksa zaman döngüsel olduğu için mi bilmiyorum ama tekrar başa döndüm. Her şey aslına döner derler. Aslına, yani çocukluğuna. Ben de en başa döndüm. Ve içimdeki eski şarkı yeniden başladı. (dedim ya eski şarkı bitti sonra yine başladı. Aslında tam öyle değil. Peki, nasıl diye sorarsanız ben de tam bilmiyorum. Bir de değiştim dedim. Aslında değişmedim. Ve dahası bir insanın değişeceğini zannetmiyorum. İnsanın değişip değişmeyeceği doğrusu derin bir mesele.)
Biliyorum ki değişsek de değişmesek de hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Kavun taşıyan bir kamyonun kasasına şöyle yazmışlardı. Heveslenme tadı kalmadı. Ne demişti şair. Mey o mey sâkî o sâkî hâlet ol hâlet degül. Hay Allah neler söylüyorum ben böyle! Yaşlılık işte, oluyor bazen böyle. Bir şey diyecektim galiba, bak unuttum işte.
Hatırlıyorum, en son bir ormanın ortasında kaybetmiştim kendimi. Ve derken Gidilmeyen Yol’a saptım.


Sarı ormanın içinde yol ayrımına geldim
Ne yazık ki her iki yoldan da gidemezdim
Yalnız bir yolcuydum, öylece durdum
Bir yolun ötelerine doğru bakındım kaldım
Ta uzaklarda yitip gittiği yere kadar.
Düşünüp dururken, öteki yolda karar kıldım
Belki de böylesi daha iyiydi
Çünkü yol yeşildi, tam yürünmek içindi
Ve oradan gelip geçenler
Üzerlerine basıp geçmiş olsalar bile.
Böylece yürüdüm gün ve gece
Yapraklar içinde tek başıma sessizce
Günler boyu böylece yol aldım
Yolun sonunu bile bile sordum kendime
Bir daha geri dönecek miyim, diye.
İşte bir feryatla haykırıyorum,
Çağlar ve çağlar ötesine
Ormanda yol ikiye ayrıldı
Ve ben daha az yürünenine saptım
Ve bütün olanlar da bu yüzden oldu.


Robert Frost


Yalnız ve sessiz bir ormanın ortasında akşam olmakta, artık sizin çağınız başlıyor ey hatıralar. Velhasıl ben de kırklara karıştım erenler. Üçler, yediler, kırklar aşkına. Huuu…

YAZARLAR