Y.T.Ü. Emekli Öğretim Üyesi Doç.Dr. İbrahim Koç


ANILARIM-2


Tarlalarımız

Bahar mevsimi geldiğinde tarla damına göçerdik. Böylece tarla işlerine daha yakın olurduk. Sabah kalktığımızda işimize hemen başlayabilirdik. Bazı yıllar çift öküzümüz olmazdı. O yıllarda babam başka birinin öküzlerini kullanırdı. Babam öküzlerini kullandığı kişinin tarlasında iki gün çalışır kendi tarlamızda bir gün çalışırdı. Böylece tarlalarımızı ekerdik. Ancak tarlalarımız dağınıktı. 

Birbirinden 3-4 km uzakta 5 ile 10 dönüm arasında büyüklükteydiler. Onun için randımanlı bir çalışma yapılamıyordu. Eğer tarlalarımızın toplam büyüklüğüne eşit büyüklükte bir tarlamız olsaydı daha verimli bir çiftçilik yapılabilirdi. Bunların hepsi ancak 50-60 dönüm civarındaydı. Daha sonraları kendi öküzlerimiz de oldu. Babam tarlalarımızı el işine gitmeden kendi sürdü.

 

Bebeklik Dönemime Ait 

Annemden Dinlediğim Bir Hikaye

2012 yılının ağustos ayının 22 si ile 25 tarihleri arasında annemi babamı yeğenimi ve çocuklarını görmek için İstanbul’dan köyüme Kıranköy’e geldim. Kendileri ile telefonla görüşmemize rağmen gidip bizzat onları yerinde görmek daha başka oluyor. Babam artık konuşulanları duymuyor. Ancak kulağının dibine gidip yüksek sesle konuşulduğu zaman anlıyor. Fakat annem iyi işitiyor. Her ikisi de ilaç kullanıyor.  Annem tansiyon ilacı kullanıyor. Hayata bakışı hep pozitif olan azla yetinen bir yapıya sahip. Hatta babam berbere 9 TL vermiş. “Berber ne yaptı ki o kadar para verilir mi? Bu insanlarda hiç merhamet kalmamış” dedi. Babam ise daha canı tez, daha eleştirel, halden anlamayan bir yapıya sahip. Ancak yaşlılığın verdiği güçsüzlük onu etkilemiş. Artık vara yoğa fazla karışmıyor. 

Köyden İstanbul’a dönerken “anne, babama 50 TL vermek istiyorum ne yapayım? Kendine mi yoksa çocuklara mı bırakayım” dedim. Annem de “İyi olur. Kendine ver” dedi. “Bazen taze ekmek siparişi veriyor yanında bulunsun” dedi. Bütün bu konuşmaları babacığımın yanında yaptık. Duyup da alınganlık olayı meydana gelmeyeceği için içim rahattı. 

Biz konuları konuşurken yeğenimin kızı yani torunumuz Ecegül de yanımızda kıpır kıpır oynuyor. Daha henüz yirmi yedi aylık. Canlı, sevecen, hareketli bir çocuk. Ağzında kırmızı renkli emziği ile nasıl yaramazlık yaparım diye etrafı kolaçan ediyor. Annem de onu kolluyor. Oyuncakları ile ev yapıyor. Ben de kendisine ev yaparken yardım ediyorum. Birlikte oynuyoruz. Birlikte olmaktan kendisi ile oynanmasından memnun olduğu her halinden anlaşılıyor. 

Bu esnada ben de anneme “Sen bizi nasıl büyüttün anne” dedim. Annem de sen bu soruyu sorunca şimdi eski anılar hemen gözümün önüne geliverdi diye anlatmaya başladı:

 “Sen bir iki yaşlarındaydın. Seni de alarak gündelik çalışmasına gittim. İş yerine vardıktan sonra seni bir ağacın gölgesinde bırakıp herkes ile birlikte tütün dikim işine başladık. Belli bir süre geçmişti ki bir kadın çığırışı duydum. “Hey millet içinizde cıbarı olan var mı? Koşun burada kuyu kenarında bir cıba emekliyor …” Bu çığırışı duyar duymaz kan beynime sıçradı. Aklım başımdan gitti. “Bu cıba (çocuk) benim cıbarımdır diye hemen koşturdum. Söylenen yere kuyu yanına vardım. Sen kuyunun kenarındaydın hemen aldım oradan uzaklaştırdım. Patronun da haberi oldu. Hemen acele ile kuyunun ağzını kapattılar. Bu olay benim yüreğimin ağzına geldiği ve daha sonra hatırladıkça üzüldüğüm unutamadığım acı bir hatıramdır” dedi. Gerçekten ben de 63 yaşımda öğrendiğim bu olayı duyunca insan yaşamının ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu kavramış oldum. Eğer beni gören olmasaydı yaşamım o kuyuda sona erebilirdi. Demek ki bu dünyada daha yiyecek ekmeğim varmış diye düşündüm. Annem beni gören ve bağıran kişinin “Hocalan Haçça (Hatice) Yenge” olduğunu söyledi.

Bunu söyler söylemez benim de Haçça yenge ile olan bir anım hemen aklıma geldi. Orta son sınıfta okuduğum bahar dönemine rastlayan bir zamandı. Bizim tarlamız Haçça Yengenin tarlasına sınır oluyordu. Benim önümde birkaç koyun ve çift öküzümüz vardı ve onları güdüyordum. Haçça Yenge’nin tarlası haraptı yani ekilmemişti. Ben de tarlanın yamaç kısımlarında hayvanlarımızı otlatırken haçça yenge beni görüp bağırmağa başladı. “Sen burada niye hay       vanlanı güdyon, bu zıkım yiyesice hayvanlanı çabık çıka buradan”, gibi daha bir takım hoşuma gitmeyen sözler ve hakaretler yaptı. Ben de buralarda zarar verecek bir şey yok diye yanıt verdim. Bunun üzerine elinde çumakla yanıma da yaklaştı ve beni vurmaya kalktı. Ben de Rahmetli Haçça yengeyi elimle itmemle birlikte yere yıkıldı. Daha sonra işi uzatmamak için hayvanlarımı alıp oradan uzaklaştım.

İşin garip tarafına bakın ki, farkında olmadan bebekliğimde beni ölümden döndüren kişiyi ben elimle iterek yere düşmesine neden olmuşum. Gerçi sadece yere düştü yaralanma ve acıma gibi bir durum olmamıştı. Mezarında rahat uyu “Haçça yengeciğim”.   

Devam Edecek

YAZARLAR