Başlıktaki konuya istinaden, ilk okuduğum metin yanlış hatırlamıyorsam, Nurullah Ataç’ın ortaokul ikinci sınıf Türkçe kitabındaki “Bakmak Görmek,” adlı de-nemesidir.
Aradan elli yıldan fazla zaman geçti. Tam olarak ne kadar yıl olduğunu hesaplayacak değilim. “Görmek bakmak” konusuna dair bir yazı yazmama sebep bir sevgili dostumun,
“Sizinle benim aramdaki fark, ‘görmekle bakmak” gibi, ben sadece bak-mışım, siz hem bakmış hem görmüşsünüz! Bu aslında bir meziyetten öte bir şeydir. İyi kötü bir şeyler yazmaya çalışırım, şiirlerimdeki imgeleri beğenen arkadaşlarım olmuştur. Estetikten, sanattan anladığımı sanırdım; fakat “bakmakla, görmek” ara-sındaki ayrım benim hakikatimmiş! Birlikte, yan yana yürümüşüz, geçtiğimiz yerlerde ne var yok fark edememişim!”
“İyi de benim de öyle çok dikkatli olduğum söylenemez ki, benimki görsel hafızadır, belki de. Ancak, şunu övünerek söyleyebilirim: Hafıza kaydıma güvenirim, ilkokul arkadaşlarımın çoğunun numarasını hatırlarım hala, öğrencilerimin sınav sonuçlarını duyurduktan sonra puanlarının büyük bir çoğunluğunu yanlışsız not defterine aktarabilirdim. Bunu söylerken, öyle çok akıllı, çok zeki olduğumu söylemiyorum, öyle değil zaten! Az önce anlattığım bir meziyet bile olsa, lüzumsuz bir özelliktir belki de kim bilir!”
Cumhuriyet, okur yazar oranını yükseltmek, insanımızı kulluktan birey katarına çıkarmak için ciddi atılımlar içine olmuş, bu amaçla okuma odaları, halk evleri, millet mektepleri açılmış, Aziz Atatürk’ün “yeni harfleri, işçiye, köylüye, hamala öğretin, bu konuda herkes kendini görevli saymalı,” temennisi, hayatın ta kendisidir. Kısa zamanda duyarlı, düşü-nen, soran sorgulayan özgür bireyler yetiştirmek Cumhuriyetin en ulvi amaçlarından olmuştur.
Sen sevgili yurttaşım, sen sadece bakıyorsun; fakat görmüyorsun. Bak ne dolaplar dönüyor ne olur azıcık düşün ve gör! Ama ne göreceksin ki, sen değil misin garip garip atasözü denilen dayanışmayı değil de ayrışmayı körükleyen ne amaçla söylendiği belli olmayan kimi sözleri, atalar sözü deyip nesilden nesile ak-tarımını yapan? Mesela neler demişsin?
“Bal tutan parmağını yalar,
Çalıyor; ama çalışıyor,
Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez,
Her koyun kendi bacağın-dan asılır…”
Sadece “Çalıyor; ama çalışı-yor özlü (!) sözüne dair cilt cilt kitaplar yazılır. Ne demek, “çalıyor, ama çalışıyor?” Eski Yunan Başbakanı Aleksi Cipras'ın başbakanlığı döneminde 75 metre karelik evde oturduğu yazıldı çizildi bizim basın yayın organlarında. Yine Almanya’nın eski efsanevi başbakanı Merkel’in de yetmiş beş metre karelik evde oturduğu kendi alışverişini kendinin yaptığı, Hollanda Başbakanının işe giderken bisiklet kullandığını, yine İsveç, Finlandiya, Norveç… ülkele-rinde benzer örnekler. Ya bizde…
Batılı ülkelerin çoğunda katılımcı bir idare vardır, yöneticilik kazanç kapısı olmamıştır hiçbir zaman...
İnsan bakar bakmasına da görebilir mi? Her canlı bir yerlere bakar, bakar sadece bakar; bir şey görür mü? İşte bütün mesele bu, insanın baktığını görmesidir ve anlaması, ondan anlam çıkarabilmesidir. Mesela ben bakınca bir şeyler görüyorum, görünce mutlu mu oluyorum sanıyorsunuz, hiç de değil, huzurum kaçıyor, uykularım telef oluyor! İnsanın görmesi iyi bir şeydir diyeceksiniz, ama bazen öyle değil be güzel karde-şim. Bir arkadaşım, kendini beğenmiş, pek kibirli, çok bilmiş ODTÜ fizik mezunu, üstelik bölüm dördüncüsü. Şimdi bu arkadaşım konuşmasına “güzel kardeşim,” diye başlamışsa bilin ki, *güzel* sözcüğü kendi anlamından sıyrılmış, bir kibir abidesi olarak dişlerini göstermektedir. İşte siz hem bakmayı hem görmeyi bilmezseniz onun *güzel,* sözcüğündeki kibri göremezsiniz!
Bakmak, beş duyu organımızdan biri olan gözümüzün görevidir, fakat görmek beynin işlevidir. Beyin görevini doğru dürüst yapamazsa, demek ki alt yapıda eksikler vardır. Midenin açlığını gidermek kolaydır, beynin açlığını gidermek ise emek ister disiplin ister sabır ister. O alt yapı da nakli şeylerle değil, akli şeylerle olur. Diyeceksiniz ki bu devirde hala nakli şeyler de mi var? Var ya, biz millet olarak okumayı sev-meyiz bir kere, biri anlatır doğru yanlış, biz dinleriz. Ondan öğrendiğimiz yalan yanlış şeyleri de doğruymuş gibi bir başkasına satarız.
Bazı aklı evveller bilimleri akli ve nakli diye ikiye ayırır. Bak kardeşim, bilimin naklisi olmaz, bilim deneyseldir, o mantığın, aklın ürünü-dür. Dedik ya bakma işi gözün, gör-me işi beynin görevidir. İnsan beynini kullanıldıkça, içini doldurdukça bir şey ifade eder. Doldurma dediğim bu sözcük, beynin niteliksel yanına aykırı düşebilir, fakat beyin nitelikli eylemler için organlara talimat vermesi gerekir; ancak o da birikimle olur. Aklı özgür kılan, beyindir. O beynin de doğru, mantıklı davranış sergilemesi ancak ve ancak beynin hakikaten dolu olmasıyla olacak şeydir. Konuyu biraz daha dramatize ederek anlatayım. Mesela ölmek üzere olan bir hastaya müdahale etmek için bir doktorun sağlık bakanından talimat beklemesinin mantığı var mıdır?
İşte benim güzel dostum, bakmaya, görmeye çalışıyorum ben de. Depremde yıkılan binaların suçlusu yalnızca müteahhitler değildir, onlarla birlikte yerel yönetimlerdeki başkanlardır, kontrolü yapanlardır, dünden bugüne yapanların, yaptıklarının yanına kar kalmasıdır.
Sen işçi kardeşim, sen köylü kardeşim, sen memur kardeşim ve de sen eğitimci kardeşim, bakınca görmenin kutsiyetine inanıyorsan, hurafeye değil, akla ve bilme inanacaksın; yoksa biz daha göçük altında kalırız...