1920'li yılların sonlarına doğru, yoksulluğun kara gölgesinin Anadolu köylerini sardığı bir dönemde, Bayramşah'ın tozlu sokaklarında Ahmet Ali dünyaya gözlerini açtı. Daha beş yaşındayken, hayatın acımasız rüzgarları yüzüne çarptı; Babası, ardında yedi yetim bırakarak bu dünyadan göçüp gitti. Yedi kardeşin ikinci büyüğü erkeklerin en büyüğü olan Ahmet Ali'nin omuzlarına, henüz küçücük bir fidan misali dururken, bir dağın ağırlığı binmişti. Kardeşlerin en küçüğü, henüz kundakta, beşik ninnileriyle avunan bir melekti. Bu yedi çınar fidanı, yokluğun ve çaresizliğin girdabında birbirlerine kenetlenerek ayakta kalmaya çalışıyor, her solukta hayata karşı verdikleri bu ilk sınavda bir olmayı, birbirine can yoldaşı olmayı öğreniyorlardı.
Ahmet Ali, yoksulluğun kasvetli perdesini aralayan zekası ve öğrenme azmiyle çevresinde ışık saçıyordu. Toprağın kokusu, tarlanın çamuru, hayatın zorlukları onu yıldırmadı; aksine, okuma arzusu içindeki bir meşale gibi yanıp durdu. Eğri büğrü defter sayfalarında, parmak uçları kalem tutmaya alışırken, ilkokulu büyük bir gayretle bitirdi.
Yüreğinde yanan öğretmen olma hayali, onu 17 yaşında uzak diyarlardaki Kızılçullu Köy Enstitüsü'ne sürükledi. 1940'lı yılların çetin rüzgarlarında, enstitüden mezun olduğunda artık o, hayallerine ulaşmış, yüreğinde bir sevda ateşiyle yanan bir öğretmendi. Ancak dünya, İ-kinci Dünya Savaşı'nın kanlı gölgesi altında inliyordu. Yokluk ve kıtlık, sadece uzak diyarlarda değil, Ahmet Ali'nin doğup büyüdüğü, her bir taşını ezbere bildiği Bayramşah köyünde de kendini derinden hissettiriyordu. Herkes, bir lokma ekmek için, toprağın her zerresinden can damlası arayarak, hayatta kalmak için amansız bir mücadele veri-yordu.
Tam da bu zorlu yıllarda, köyün berrak sularından, yemyeşil bahçelerinden süzülüp gelen bir güzellik, Hatice, Ahmet Ali'nin hayatına girdi. İki yürek birleşti, iki umut filizlendi ve yuvalarını kurdular. Bu evlilikten yedi evlatları oldu; yedi gül, yedi can. Ancak kader, onlara da acımasız yüzünü gösterdi ve üç evlatlarını, zamansız bir şekilde, toprağın kara bağrına emanet ettiler. Bu kayıplar, Ahmet Ali ve Hatice'nin yüreklerinde derin yaralar açsa da, geride kalan dört evlatlarına daha sıkı sarılmalarına, her birine bin kat daha fazla sevgi ve şefkatle yaklaşmalarına neden oldu. Her bir gülüş, her bir gözyaşı, onların birbirine olan bağını daha da pekiştirdi.
Okulun Ötesinde Bir Yaşam Mimarı
Ahmet Ali Öğretmen, köyünde sadece bir ders kitabı taşıyan öğretmen olarak kalmadı; o, bir aydınlan-ma elçisiydi, bir yaşam mimarıydı. Bilgisizliğin karanlığını dağıtmak, her bir yüreğe bilgi tohumları ekmek için var gücüyle çalıştı. En ücra köşelere kadar yürüdü, her bir kapıyı çaldı, çocukların okuması, öğrenmesi için dil döktü, ikna etti. O yıllarda köylerde eğitim imkanları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kısıtlıydı.
Ancak Ahmet Ali'nin azmi ve kararlılığı sayesinde, Bayramşah köyünde okuma yazma oranı hızla yükseldi, adeta bir bahar çiçeği gibi filizlendi. O, sadece kara tahtanın başına geçip ders anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda öğrencilerine hayata dair umut ve ilham veriyordu. Onların ufkunu açıyor, her birinin içinde saklı cevheri ortaya çıkarıyor, daha iyi bir geleceğin mümkün olduğunu gösteriyordu.
Onun sınıfı, sadece dört duvar arasında değil, bazen toprağın koktuğu tarlada, bazen arıların vızıldadığı bahçede, bazen de köy kahvesinin samimi ortamında kurulurdu. Sabahın erken saatlerinde, güneşin ilk ışıklarıyla tarlaya çıkan Ahmet Ali Öğretmen, öğrencileriyle birlikte çiftçiliğin sırlarını keşfederdi.
Minik ellerle toprağa tohumlar atılırken, ekinlerin nasıl ekileceğini, biçileceğini uygulamalı olarak anlatırdı. "Evlatlarım, toprak ana bize rızkımızı verir, biz de ona şefkatle bakarız," derdi. Akşamüstü, okul bahçesinde, özellikle kız öğrencilere hitaben, hamur yoğurmanın inceliklerini gösterirdi. Un, su ve mayayla buluşan hamurun, nasıl da hayat bulduğunu, bir ananın şefkatiyle nasıl kabardığını anlatırken, "Bir ekmek, bir aileyi doyurur, bir hayatı yeşirtir," derdi. Mutfağın sadece karın doyurmak için değil, aynı zamanda yürekleri birleştiren bir ocak oldu-ğunu vurgulardı.
Bir gün, Ahmet Ali Öğretmen, çocukları etrafına toplayıp "Yumurta kaç türlü pişer?" diye sordu. Çocuklar şaşkınlıkla birbirine baktı. O da gülümsedi ve tek tek gösterdi: "Biri haşlama, diğeri omlet, bir başkası menemen… Her bir yumurta, bir hayat gibi, farklı şekillerde pişer, farklı lezzetler sunar." Bu dersler, sadece yemek yapmayı değil, aynı zamanda hayatta farklı yolların, farklı çözümlerin olduğunu da öğretiyordu.
Ahmet Ali Öğretmen, sadece zihni değil, elleri de işleyen bir insandı. Okul bahçesindeki atölyede, öğrencilere keser kullanmayı, testere kullanmayı, ağacı yontmayı, çivi çakmayı öğre-tirdi. Eskimiş bir kapı kolunu onarırken, kırık bir sandalyeyi tamir ederken, çocukları yanına alır, onlara işin püf noktalarını gösterirdi. "Bir demirci nasıl demiri döverek şekil verirse, siz de ellerinizle ağaca, taşa şekil verebilirsiniz," derdi.
Köyün camisine minare inşa edilirken, karakiremit yapımını bile çocuklara gösterdi. Çamurun nasıl yoğrulduğunu, kalıplara döküldüğü- nü ve fırının yakıcı sıcağında nasıl dayanıklı bir kiremide dönüştüğünü anlatırken, "Her bir kiremit, bir köyün çatısıdır, bir ailenin yuvasıdır," derdi. Onun için önemli olan, çocukların sadece okuyup yazmaları değil, aynı zamanda kendi ayakları üzerinde durabilmeleri, kırsal yaşamın tüm zorluklarına göğüs gerebilmeleriydi.
Takdir Edilen Bir Başarı
Ahmet Ali Öğretmen'in bu özverili çalış-maları, sadece köy halkının değil, zaman zaman eğitim denetimi için köyleri ziyaret eden Ankara'dan gelen müfettişlerin de dikkatini çekti. Bir bahar günü, iki müfettiş, şık takım elbiseleri ve ciddi tavırlarıyla Bayramşah'a ulaştılar. Köydeki düzeni, çocukların hevesini ve Ahmet Ali Öğret-men'in sıra dışı öğretim yöntemlerini gördüklerinde hayran kaldılar. Sadece derslikte verilen eğitimi değil, tarlada verilen çiftçilik derslerini, mutfakta öğrenilen hamur yoğurma tekniklerini, atölyede öğretilen marangozluk becerilerini de bizzat gözlemlediler.
Müfettişlerden Hasan Bey, gözlüğünü düzelterek, "Bu ne azim, bu ne feraset!" diye mırıldandı. Diğer müfettiş Fatma Hanım ise defterine notlar alırken başını sallıyordu: "Gerçek bir köy aydını. Sadece zihinleri değil, yaşamları da inşa ediyor." Köyde geçirdikleri birkaç günün ardından, Ahmet Ali Öğretmen'in sadece müfredatı öğretmekle kalmayıp, öğrencilerine yaşam becerileri aşıladığını, köyde ger-çek bir kalkınma ruhu yarattığını gördüler.
Ankara'ya döndüklerinde, hiç vakit kaybetmeden bir rapor hazırladılar. Bu rapor, Ahmet Ali Öğretmen'in sıra dışı başarılarını, köydeki eğitim ve kalkınmaya yaptığı eşsiz katkıları detaylı bir şekilde anlatıyordu. Raporun sonunda, "Ahmet Ali Öğretmen'in fedakarca çalışmalarının bakanlık düzeyinde ödüllendirilmesi ve diğer öğretmenlere örnek teşkil etmesi uygun görülecektir," ibaresi yer alıyordu. Bu yazı, sıradan bir öğretmenin ötesine geçen bir çabanın, ülkenin en ücra köşelerinde bile fark yaratabileceğinin bir göstergesiydi.
Miras ve Yaşamın Devamlılığı
1950’li yıllar, Bayramşah köyü için bir dönüm noktası oldu. Ahmet Ali’nin öncülüğüyle köyde ilk defa kanalizasyon sistemi kuruldu. Köylüler, bu duruma inanamıyor, "Ahmet Ali Öğretmenimiz köyümüze şehir getirdi!" diye birbirlerine fısıldıyorlardı.
Bu, o yıllar için hayal bile edilemeyecek bir gelişmeydi. Aynı dönemde, köy camisine heybetli bir minare inşa edildi. Bu minare, sadece Bayramşah için değil, çevre köyler için de bir gurur kaynağı olmuştu. Öyle ki, çevre köylerden insanlar, bu görkemli yapıyı görmek için Bayramşah’a akın ediyorlardı. Minarenin yapımı, o dönem muhtar olan Ahmet Ali’nin vizyonerliğinin ve liderliğinin bir göstergesiydi. O, sadece bugünü değil, yarını da düşünerek köyünün kalkınması için canla başla çabalıyordu.
Ahmet Ali, kendi çocuklarının eğitimi konusunda da bir kartal misali dikkatliydi. Onları sürekli okumaya teşvik ediyor, bilginin en değerli hazine olduğunu, tıpkı altın gibi, hiçbir zaman değer kaybetmeyeceğini aşılıyordu. “Hiç iflas etmeyen ilimdir,” sözü, onun bu konudaki felsefesini en güzel şekilde özetliyordu. Oğlu, ilkokulu köyünde bitirdikten sonra, babasının desteğiyle öğretmen okulu sınavlarına girdi.
Ortaokulu tamamladığında ise, daha iyi bir eğitim alması için onu Gördes Lisesi’ne gönderdi. Ancak yabancı dilin çetin kayalarıyla karşılaşan oğlu, burada zorlandı ve eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Bu durum, Ahmet Ali için bir hayal kırıklığı olsa da, oğluna olan inancını ve desteğini asla kaybetmedi. Ertesi yıl, oğlunu karşısına alarak o bilgece sözlerini söyledi: “Bak oğlum, Manisa’ya git. Orada hangi lisede okumak istiyorsan iyice düşün taşın ve kaydını yaptır.” Cebine yol parasını koydu ve onu otobüsle Manisa’ya uğurladı. Oğlu, yolda düşüncelere dalarak, geleceğiyle ilgili kararlar almaya çalıştı. Sonunda, Ticaret Lisesi’nin kendisine daha uygun olacağını düşündü ve 1972 yılında Manisa’nın yolunu tuttu.
Manisa Ticaret Lisesi’ne vardığında, kayıt için müdürün odasına gitti. Gerekli evrakları teslim etti. Müdür, evrakların tamam olduğunu ancak bir veli getirmesi gerektiğini söyledi. Oğlu, büyük bir çaresizlik içinde okuldan çıktı ve çarşıya doğru yürümeye başladı. "Veli de neydi? Onu nerede bulacağım şimdi?" diye kara kara düşünürken, birden omzunda sıcak bir el hissetti. Arkasını döndüğünde, nurani yüzlü, bembeyaz sakallı, güler yüzlü bir amca ona gülümsüyordu. "Neye daldın böyle delikanlı?" diye sordu.
Genç, yaşadığı durumu amcaya anlattı. "Demirci’nin Bayramşah köyünden geldim. Okula kayıt olmak istiyorum, evrakları müdüre verdim ama veli istiyorlar," dedi umutsuzca, sesi titreyerek. O bilge amca, tebessüm ederek, "O veli benim işte," dedi ve gencin elinden tutarak tekrar okula doğru yürüdüler. Bu beklenmedik yardım eli, gencin hayatında unutulmaz bir dönüm noktası oldu. Kayıt işlemi tamamlandı ve genç, Manisa Ticaret Lisesi’nde yeni bir hayata başladı. Ticaret Lisesi’nde başarılı bir öğrenim hayatı geçiren genç, daha önce girdiği devlet parasız yatılı sınavlarında Kocaeli İmam Hatip Lisesi’ni kazanmıştı. Amcasının oğlu İsmail ile birlikte babası, onları Kocaeli’ye götürüp kaydettirdi. İlk defa büyük bir şehre gelen iki genç, kalabalık bir ortamda okumaya alışmaya çalışı-yorlardı. Okulda kırk kadar Manisalı öğrenci olması, yabancı bir ortama hızla uyum sağlama- larına yardımcı oldu. Yeni arkadaşlar edindiler, farklı kültürleri tanıdılar ve ufukları genişledi.
Babasının Vasiyeti ve Sonsuz Işığı
Birinci sınıfın yaz tatili geldiğinde, genç memleketine, köyüne sevinçle döndü. Annesi, kapıda onu hasretle karşıladı, gözlerinden yaşlar süzülerek, ve sofrayı en güzel yemeklerle donatmıştı. Ancak genç, arkadaşlarını çok özlediği için hemen sokağa fırladı. Eve döndüğünde ise, onu derinden sarsan, yüreğini burkan bir manzarayla karşılaştı. Babası, hasta yatağında, adeta bir yaprak gibi solgun yatıyordu. Bu haberle dünyası başına yıkıldı. Arkasında dağ gibi duran, ona her daim güç veren babası, artık yataklara düşmüş, hareket etmekte zorlanıyordu.
Hemen bir araba ayarlandı ve babasını İzmir Tepecik Göğüs Hastanesi’ne götürdüler. Yapılan muayene sonucunda kalp çarpıntısı teşhisi konuldu ve ameliyat olması gerektiği söylendi. Ancak Ahmet Ali, o her zaman gür, güçlü sesiyle, "Hayır," dedi, "beni köyüme götürün. Toprağımdayken, ağaçlarımın gölgesindeyken dinlenmek istiyorum."
Köye döndükten sonra günler zor geç-meye başladı. Genç, babasına bir şey olacak korkusuyla yaşıyordu. Her an kötü bir haber alacakmış gibi hissediyordu. Bir keresinde futbol oynamaya gitmişti ki annesi, top oynadıkları tepeye nefes nefese gelerek onu aceleyle eve çağırdı. O an, hayatının en büyük korkularından birini yaşadı; babasına bir şey olduğunu sandı. Koşarak eve geldiğinde babası yatakta yatıyordu. Ona gülümsedi ve o içten sesiyle, "Beni öldü mü sandın evlat?" dedi. Sonra da o meşhur vasiyetini ekledi: "Bak oğlum, ne olursa olsun okumayı bırakmayacaksın. Bu benim sana en büyük vasiyetimdir, babanın emanetidir." İki yıl boyunca babası yatakta hasta yattı. Amcaları, halaları ve annesi, sabahlara kadar başında nöbet tuttular, ona bir bebek gibi şefkatle baktılar.
En acı haberi, genç Kocaeli İmam Hatip Lisesi’nde okurken, lise 3. sınıfta aldı. Köyün yakınındaki Çataloluk köyünde bulunan manyetolu telefondan amcası Mehmet aradı. Sesi telaşlı, adeta bir fırtına habercisiydi: “Çok acele gelin, babanın durumu iyi değil.”
Amcasının oğlu İsmail ile birlikte akşam bindikleri otobüsle, 26 Nisan 1976 yılının sıcak bir sabahı, saat 07:00’de köye ulaştılar. Eve vardıklarında hüzünlü bir sessizlik hakimdi; kuşlar bile ötüşmüyordu sanki. Babası yatakta yatıyordu ve bütün akrabalar, komşular eve toplanmıştı. Kimi Kur’an okuyor, kimi dua ediyordu; her gözde bir hüzün, her kalpte bir acı vardı. Bu manzarayı gören gencin gözlerinden yaşlar sel olup süzüldü. “Baba,” diye seslendi, boğazı düğümlenerek. Babası o yorgun gözlerini araladı, oğluna baktı ve o zayıf sesiyle, "Neye okulu bırakıp geldin? Sözümü unuttun mu oğul?" dedi. Sonra da, "Allah’a emanet edi-yorum," diyerek saat 08:00’de hayata gözlerini yumdu.
O gün, genç için dünya durdu. Yüreğinde tarifsiz bir acı hissediyordu; sanki hayatının en sağlam dayanağı, en büyük destekçisi, sırtını dayadığı koca çınar elinden alınmıştı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Onu koruyan, her ihtiyacını karşılayan, ona harçlık gönderen o koca dağ yoktu artık. Omuzlarındaki yük daha da ağırlaşmıştı. Ancak babasının son sözleri, onun için bir vasiyet, bir yol gösterici olmuştu. Zorlu günlerin ardından, babasının bıraktığı yerden devam etti, okudu ve bir fener gibi öğretmen oldu.
Babasının emanetini en iyi şekilde taşıdı. Öğretmenlik hayatı boyunca, babası ya da annesi olmayan öğrencileri gördüğünde kendi acısını derinden hissetti ve onlara elinden geldiğince destek olmaya çalıştı. Onların yalnızlığını anlıyor, onlara şefkatle yaklaşıyor, onlara umut veriyordu. Hayatta karşılaştığı her türlü acı, onu daha duyarlı, daha anlayışlı bir insan yapmıştı.
Ahmet Ali Güler’in oğlu, babasının aziz hatırasını yaşatarak, onun eğitime olan sarsılmaz inancını, insan sevgisini ve mücadele azmini gelecek nesillere aktarmaya devam etti. Babasının "hiç iflas etmeyen ilimdir" sözü, onun yaşamının ve öğretmenlik mesleğinin en kıymetli mirası oldu. Oğlu, babasının izinden yürüyerek, nice öğrencinin hayatına dokundu ve onlara aydınlık bir gelecek için ışık oldu. Ahmet Ali Güler’in öyküsü, zorluklar karşısında yılmayan bir ruhun, eğitime adanmış bir ömrün ve bir babanın evladına bıraktığı en değerli mirasın unutulmaz destanı olarak kalplerde yaşamaya devam ediyor.
Basri GÜLER
Başöğretmen