Geçenlerde Cemal Kutay’ın İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu isimli kitabına rastladım. Kitabın hemen girişinde Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bir anekdot yer alıyordu. Bu anekdot gayet hoşuma gittiği için siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, hiç de tutunacak dal ümidi verememiş yedi günlük araştırmadan sonra, Amasya protokolü için yola çıkmış, ilk durak yeri Havza’ya erişmiştir. Burada katılmaları kararlaştırılmış olanlardan sadece dört kişiyi bulabilmiştir. Bindiği otomobil hurdadır, ikide bir bozulmaktadır.
Havza’dan ayrılışlarından kısa süre sonra yine durmuştur ve şoförle Kurmay Başkanı Miralay (albay) Kazım Bey onarımla uğraşırken, O, beraberine başyaveri Cevad Abbas Beyi alarak biraz ileride tarlasını süren çiftçinin yanına gitmiştir.
Cevad Abbas Gürer’i dinliyoruz:
Bu, yaşlı ve kılık-kıyafeti ile ötekiler gibi perişan bir köylü idi. Zayıf öküzlerinin güçlükle sürdüğü karasabanına abanmış bedenine dikkatle bakınca, bir kolunun sakat olduğunu gördüm. Gelişimizle hiç ilgilenmemiş gibiydi. Bütün dikkati, zorlukla yürüttüğü sabanının çizgisinden şaşmamasında toplanmıştı. Paşa her zamanki yumuşak tonuyla seslendi:
- Merhaba, kolay gelsin…
Çiftçi durdu, bize baktı ve kısaca – Sağ olun, cevabından sonra sınıra erişmiş hayvanlarının başını ters yöne çevirdi, - Dehe… dedi.
İstisnasız herkesle konuşmak geleneği, mizacının temeli olan Mustafa Kemal yakından bildiği Türk konukseverliği ve yabancıya ilgi alışkanlığına ters düşen bu ilgisizlik önünde hiç irkilmedi. Tam tersine, bundan o günün ruh yapısı gerçeklerini daha derinden kavramak isteğiyle köylünün yanı başına kadar yürüdü, bir sigara uzattı:
- Yorulmuşa benzersin, bizim de yolumuz uzak, şu ağacın gölgesinde bir kaç laf etsek.
Köylü, o zaman karşısındakinin, pek rastlanmayan yüzüne dikkatle baktı, cevap vermeden sabanının başından ayrıldı, ağaç gölgeliğinde yan yana oturunca önce hoş-beşten sonra Paşa, asıl konuya girdi:
- İngilizler Samsun’a asker çıkaracaklarmış. Senin memleketten haberin yok gibi ne de rahat tarla sürmen var. Sanki başka dünyada yaşıyor gibisin.
Köylü, sigarasından derinden, ardı ardına iki nefes çekti, sonra, şüphesiz ki zamanlardır kendi ruhunda ve hatta vicdanında yaptığı tartının acı sonucunu, cilt cilt kitabın anlatamayacağı kadar açık ve sert ortaya döktü. Karşısındakini bir söz ve kudret sahibi devlet adamı gibi görüyor, amma kim olduğunu da bilmiyordu:
- Bak Efendi, dedi. Babamı bir kez gördüm. Çocuktum. Yemen’e gitti bir daha dönmedi. Üç erkek kardeşten büyüğü benim. Naha çolak kolum, Çanakkale’den böyle döndüm. İki küçük kardeşten birinin Galiçya’dan şehit kâğıdı geldi, sonuncusunu Rum eşkıyası öldürdü.
Buraya dört saat ırak köyde iki dul kadın, yedi yetim çocuk, benim şu tek kolumla, şu iki öküz ve şu tarladan ekmek bekler. İngiliz değil kim çıkarsa çıksın, şu tarlanın ucuna gelinceye dek benim umurumda değil. Osmanlısıyla Almanıyla dört yıl başa çıkamadık da şimdi bu çolak Mehmet mi onların hakkından gelecek? Allah’ın yazdığı olur.
Araba onarılmıştı ki Kazım Bey bize doğru geliyordu.
Paşa ayağa kalktı, köylüye sigara paketini bıraktı; Tanrıya emanet ol, umutsuz olma, düzelir hepsi dedi. Şöyle biraz uzaklaşınca durdu, uzun uzun yüzüme baktı ve şunları söyledi:
- Sen onun dediğine aldırma. Gerçekleri anlatacak cesur bir yürek bekliyor, o tek sağlam eline vatanı kurtaracak silahı almak için. Mesele o gerçekleri kavramış ve anlatacak olan cesur yürek sahibini bulabilmekte. O zaman tüyü bitmemiş yetimle dulu da katar yanına, vatanı için yine sınırdan sınıra koşar o.
Vakt-i zamanında Namık Kemal demişti ki;
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini.
Buna mukabil Atatürk, bütün bir milleti adına şöyle mukabelede bulunmuştu.
Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.
İşte bütün kaleleri zabt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve bilfiil işgal edilmiş bir memleketin makûs talihini değiştiren, bir millete umut olan bu cesur yüreğin adına Mustafa Kemal Atatürk diyoruz.