Harun DOĞRUYOL

Tarih: 25.01.2022 21:44

BOSTAN

Facebook Twitter Linked-in

                Dirsekleri yay gibi iki yanında kaldı doğrulurken. Toprağa belenmiş eteğini silkeledi. Heybesinden bir topak murat düştü, çalıya kadar yuvarlandı, sonra kayboldu. Ceviz ağaçlarının gölgelediği yolda kafası önde, torbası sırtında yürüdü Gülsüm. Yüreğinin hizasına gelen resimler ışıldıyor, diğerleri soluyordu. Yapraklar oynaştıkça topraktaki aydınlık ve karanlık noktalar yer değiştirdi.

                Meryem ufacıktı, tedirgin ve hızlı ayakları vardı. Gözden kayboluverdi bir gün. Aklı yerinden oynadı Gülsüm’ün. Cevizlik boyunca seğirtti. Taş duvarların altına, kavak gölgelerine, hatıralarına kadar her yere baktı. Korkusu büyüdü. Yüreği uçarak derenin kenarında bir kayaya kondu. Meryem, yüzünde dere maviliğiyle yeşil yosunlara bakıyordu. Gülsüm, göğsünü kocaman vadi yaptı; Meryem’i oraya bastırdı.

                Heybesini bel çukuruna oturttu. Ön damağında kalan iki diş ile bir parça bisküviyi gezdirdi ağzında. Paçası çalıya takıldı yürürken. Baldırı gözüktü biraz. Kınalı, kocaman dişlerini göstererek kişnedi. “Ne gülüyon a hınzır. Köyün bütün oğlanları arkamdan gezerdi benim” dedi neşeli ve gevrek bir sesle Gülsüm. “Rahmetli düğünde görmüş, beğenmiş beni. Ben de beğenilmeyecek gibi değildim o zamanlar. Fidan gibi boy, yeşil erik, taze nane, ceylan gibi sekiş. Kıpırdandı durdu Gara Halit beni görünce. Düğünde çekti kolumdan, dama soktu. ‘Alcem ben seni’ dedi. ‘Askere gidip gelcem, alcem’ dedi. ‘Bir de öpem’ dedi. Kaktırıvermişim Halit’i, tezeğinin içine oturdu kaldı. Evlendik çocuklar doğdu, çocuklar büyüdü. Tam rahata erişcez, ölüverdi. Böyle boylu boyunca uzandı”

                Dere ışıltıyla süzülüyor, anılar parlaya söne akıyordu. Demir karyola alınmıştı düğünde. Aynalı, topuzları sarı pirinçten. Köyde demir karyola nerde görülmüş. Topuklu kırmızı Epa ayakkabı karyolanın altında. Toprak sıvalı odada Gara Halit’in bıyıkları kuş gibi Gülsüm’ün alnına kondu. Bir gülme geldi Gülsüm’e. Binlerce yıldan süzülen itaat ile sustu.

                Koca bir sahanlığa açılırdı odalar. En baştaki oda kayınvalidenindi. Eltiler ayrı odalarda kalırdı. Kayınpeder uyandığı saatte kahvaltı yapılırdı. Hakkı Ağa, namazı bitirince yemek yenirdi. Üç elti aynı çatı altında, aynı sessizlikle, nefeslerini gizleyerek yaşadılar. Şimdi bu koca evde bir tek kalmıştı.

                En çok giriş kapısını severdi, tahta oymalı, mavi boyalı. Okşar gibi değerdi kapıya. Orta kiriş biraz korkutuyordu onu, iki yerinden bel vermişti. Sarı bir toz dökülüyordu çivi yaralarından. Kararmış taban tahtaları, taş duvar, isli ocak yıllardır bekleşiyorlardı. Anası geldi aklına. Avuçlarında kına, buruş buruş elleri ve yüzünde şükür. ‘İyi olcek, sabır gızım’ derdi. Kamburların Cevdet bir bahane bulur döverdi onu. Şekeri mi unutmuş dayak, palanı kısa mı bağlamış dayak. Ölürken bile şikayetlenmedi kocasından. “Böyle güzelce asardı bostanları kirişteki çivilere. Ben de çocuğum, bostanlar kirişte ercek zannederdim”

                Sabah, evin içinde taze kokular: taze çam, taze dere, taze nefes. Çalışmaya giderdi Halit. Bir tutam Gülsüm katardı azığına. Gülsüm beklerdi onu kapıda, akşama kadar. Dama bir iner bir çıkardı. Kuzulara, ineklere bakardı. Onlardan medet beklerdi. Köpekler havlamaya başlayınca anlardı Halit’in geldiğini.

                Nasuh doğunca Halit bir sevindi, bir sevindi, oğlan oldu diye. Kahvede herkese cigara dağıtmış. Aylarca başı yukarıda gezdi. Nasuh’un ağlayışını, Meryem’in dambaşta koşturuşunu duydu sıvalara dokundukça. Şimdi ne Nasuh geliyordu ne Meryem. Önceleri bayramlarda gelirlerdi, şimdi o da yok. Bayramın ilk günü evden hiç ayrılmıyordu. Duvarlara bakmaktan yoruluyordu. İkinci gün kulaklarında bir şangırtı. Sabah namazı ile birlikte doğru bahçeye, Kınalı önde, Gülsüm arkada. ‘Nereye gidiyon daha bayram bitmedi’ diyenlere ‘İşinize bakın’ diyordu.

                En son zurnacı Mustafa’nın karısı Ümmühan kalmıştı yâren. O da kara kışın altında, kara omuzların üstünde kayboldu gitti. Nasıl bir yalnızlıktı bu. Uyumak en zoruydu. Dön dur sabaha kadar. Ölse gitse kimsenin haberi olmayacaktı. Bahçeye giderken, dereyi geçerken yalnızlığı ufak bir çocuk gibi yanında dolaştı durdu. Elini daldırınca heybesine eski kırıntılara değdi. Ciğerleri yandı. Yılların heybesi. “Bir uyusam, bostanlar gibi seneye kışa kadar” dedi içinden.

                Dambaşa çıktı. Serin bir rüzgâr esiyordu. Ağustos girdi mi kalbur kadar kış girermiş. Öyle derdi ihtiyarlar. Gerçi kendisi de köyün ihtiyarıydı. Bakraca su koydu, abdest aldı. Başındaki örtüyü toparladı. Bu örtüyü beğenmemişti, biraz kızıldı. Sarı rengi çok severdi. Sarı renk bostan gibi parlardı. ‘Bir dahaki gelişinde sarı örtü getir’ dedi çerçiye, sipariş verdi.  Söylene söylene karyolaya uzandı. Nereye dönse hatıralar. Çocukluk, genç kızlık, evlilik, adamın ölümü, çocukların gurbeti. Her gün ezberlediği bir filmi izliyordu. Durdurup geri alabildiği, uzatıp kısaltabildiği, sesini kısabildiği bir film.

                Ramazan Bayramının ilk gün Nasuh ile Meryem yanlarında çocuklarını sürükleyerek kapıya geldiler. Başlarının üstünde bir hayal vardı. Torunları görünce her şeyi unutacaktı anneleri. Taş merdiveni usulca çıkıp dambaşa vardılar. Dambaştaki bakraç öylece duruyordu, içi toz toprak dolmuştu. Şaşırdılar. Kapının desenleri de solmuştu. Çocukları biraz geride bırakıp içeri girdiler. İçerisi karanlıktı. Demir karyolanın üstünde bir bostan duruyordu. Sapsarıydı. Nasuh yatağa doğru eğilip bostanı almak istedi. Bostanı kendine doğru çevirince iki diş gördü.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —