Vaiz Muharrem DEMİR


CİNAYET : Bir İnsana Kıymak Bütün İnsanlığı kıymak gibidir -2-


               Allah Resûlü, cinayetlerin çoğalmasını kıyamet alâmetleri arasında saymıştır. Maalesef günümüzde o kadar basit sebeplerle cinayet işlenmektedir ki cinnet ve cinayet asrımıza damgasını vurmuştur. Halkının tamamına yakını Müslüman olan ülkemizde bile sudan sebeplerle cinayetler işlenebilmektedir. Memleketimizde yaşanan cinayet olaylarının bir kısmını töre cinayetleri oluşturmaktadır. Özellikle kadınlara karşı uygulanan bu cinayetlere, kadının, ailesinin namusuna halel getirmesi gerekçe gösterilmekte ve bu konuda en ufak bir şüphe bile öldürmek için yeterli görülmektedir. Hâlbuki suçu kesinleşmeden kimse itham altında tutulamaz ve yasal yetkisi olmayan kişilerce cezalandırılamaz.

               Mümin, bir haksızlığa uğradığında ya hukuk yoluyla suça denk bir ceza ister yahut bundan daha hayırlı olan af yolunu seçer. Dolayısıyla bir haksızlığa uğrayan müminin buna misilleme yapmaya hakkı yoktur. Zira misilleme yapmak hem toplumda kargaşa ve düzensizlik çıkarabilir, hem de haksızlığa uğrayan kişi suçluya kendi gördüğü zarardan daha fazlasını vermek suretiyle mazlum iken zalim durumuna düşebilir. O yüzden suçluların cezalandırılması suretiyle adaletin geçekleşmesi hukukî müesseselerin yetkisine verilmiştir.

               Günümüzde, ailenin rızası olmadan biriyle evlenmek, ailenin istediği kişiyle evlenmemek veya evlendiği kişiden boşanmak gibi durumların gerekçe gösterilerek töre cinayetleri işlenmesinin insanî, hukukî ve dinî hiçbir dayanağı yoktur. Bu tür sebeplerden dolayı bir insanın öldürülmesi, büyük bir cehalet ve zulümden başka bir şey değildir. Aile içinde yaşanabilecek olumsuzlukları soğukkanlılıkla ve hukukî yollarla çözmek yerine dini bahane ederek töre cinayeti işlemek, hiçbir şekilde tasvip edilemez.

               Peygamber Efendimiz zamanında yaşanan bir olay, kadının gayri meşru bir ilişki yaşadığına dair ortaya çıkan şüpheler karşısında, nasıl davranılması gerektiği konusunda bize yol göstermektedir. Tebük Seferi'ne katılmayan üç sahâbîden biri olan Hilâl b. Ümeyye, hanımının Şerîk b. Sahmâ' ile zina ettiği iddiasında bulunmuş ve bunu Resûlullah'a (sav) şikâyet etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ya bu konuda delil getir yahut da sana verilecek had cezası sırtındadır!” buyurarak Hilâl'den söylediklerini ispatlamasını istedi. Allah Resûlü bu sözleriyle iffetli bir kadına iftira etmenin cezasını hatırlatıyordu. Ancak Hilâl ısrarla gerçekleri anlattığını söylüyor ve bir yanda da Allah'a dua ediyordu. İşte bu esnada Nûr sûresinin 6 - 9. âyetleri nâzil olmuş ve âyetin hükmüne uygun olarak Allah Resûlü aralarında mülâane (eşlerin karşılıklı olarak iddialarında haklı olduklarına dair yemin etmeleri) gerçekleştirerek onları boşamıştı.

               Görüldüğü gibi bu tür durumlarda kendi başına karar verip eşinden şüphelenir şüphelenmez onu cezalandırmak yerine, hukukî bir çözüm yolu aramak en doğru yoldur. Sadece şüpheler karşısında değil, suç kesinleşse bile hiçbir şekilde aileden birine öldürme yetkisi verilmemiştir. Ortada işlenmiş bir suç varsa bunun cezasını vermek, mağdur da olsalar bireylerin değil, hukukun yetkisi dâhilindedir.

               Çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine sebebiyet veren kan davalarında da takip edilecek yol bu olmalıdır. Kişiler, aralarında anlaşmazlık bulunan insanları kendi elleriyle cezalandırmaya kalkışmamalıdır. Zira bu şekilde öldürülen kişinin suçlu olması, kan davasını masum kılmadığı gibi eli bıçak tutanı da katil olmaktan kurtarmaz. Bu sebeple Peygamberimiz Veda Hutbesi'nde, diğer bütün câhiliye gelenekleri gibi kan davasını da ayağının altına alıp, geçersiz kıldığını ilân etmiştir.

İslâm'da sadece Müslümanların değil, toplumda yaşayan gayri müslimlerin de canlarının ve mallarının dokunulmaz olduğu belirtilmiştir. Toplumsal barışın sağlanması için Müslüman toplumda yaşayan gayri müslimlerin; günümüzdeki ifadesiyle azınlıkların kendilerini güvende hissetmeleri gerekir. Peygamber Efendimiz, “Kim (Müslüman topraklarında yaşaması için kendisine güvence verilmiş) bir anlaşmalıyı öldürürse cennetin kokusunu alamaz. Hâlbuki onun kokusu kırk yıllık mesafeden bile duyulur.” (Buhârî, Diyât, 30.) buyurarak böyle bir cinayetin karşılığının, Müslüman'a karşı işlenen cinayetten farksız olduğunu vurgulamıştır. Bu hüküm uluslararası ilişkilerde güveni tesis edeceğinden, gayri müslim toplumlarda yaşayan Müslümanlar için de emniyeti sağlayacaktır.

İslâm dini, günümüzde başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere birçok uluslararası sözleşmede evrensel hakların başında sayılan yaşama hakkını korumak için sadece uhrevî cezalarla yetinmiş değildir. Çünkü uhrevî ceza bazı durumlarda tek başına caydırıcı olmamaktadır. Bu sebeple cinayet suçunun engellenmesi için Kur'ân-ı Kerîm'de bazı sert müeyyidelere de yer verilmiştir. Bunların başında kısas gelmektedir. Kısas cezası, sadece kasten öldürmelerde uygulanır. Buna göre katil, işlediği suça denk bir ceza ile cezalandırılır. İntikamı ortadan kaldırıp toplumu koruduğu ve başka masum hayatları kurtardığı için Kur'an'da, “Kısasta sizin için hayat vardır.” buyrulur. (Bakara, 2/179)

               Kur'an'da ayrıca mağdurun ya da velînin kısastan vazgeçerek diyet alabileceği de belirtilir. “Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velîsi) tarafından affedilirse aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra haddi aşana elem dolu bir azap vardır.” (Bakara, 2/178) Ancak ısrarla tavsiye edilen, karşılıksız affetmektir: “Her kim de sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, azmedilmeye değer işlerdendir.” (Şûrâ, 42/43)

               Kasıt olmaksızın hata sonucu meydana gelen öldürmelerde ise, katile verilecek olan ceza diyettir. Eğer katil, öldürdüğü kişiye mirasçı olacak kadar yakın birisiyse, “Katil, (öldürdüğü kişinin ardından) mirastan hiçbir şey alamaz.” (Ebû Dâvûd, Diyât, 18) hadisi gereği onun mirasından da mahrum olur. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu cezaların uygulanmasının devletin yetkisine verilmiş olmasıdır. Söz konusu müeyyideler sadece hukukun eliyle yerine getirilir. Aksi takdirde kısasın özündeki denklik ve eşitlik gibi ilkeler ihlâl edilebilir ve toplumsal bir kargaşaya yol açılabilir. Kişilerin kendi başlarına ceza vermeye kalkışıp kan davası gütmeleri daha büyük felâketlere yol açacağından dinimizde kesinlikle kabul edilmemiştir.

Modern zamanlarda dünyada bu müeyyidenin uygulamada olduğu çok az örnek vardır. Hatta dünyanın pek çok ülkesinde ölüm cezası tamamen kaldırılmış durumdadır. Ancak teorik olarak bu cezanın yeri ve önemi hâlen tartışılmaktadır. İnsanın en değerli varlığı olan yaşama hakkını elinden almak anlamına gelen cinayet suçuyla aslında yalnız ölenin hayatı sona ermez. Hem katilin, hem de maktulün ailesinin hayatı kararmış olur. Toplumsal pek çok sorunu beraberinde getiren bu durumla insanların dünya ve âhiret hayatları zindana döner. İşte bu yüzden insanın yaşama hakkını her şeyin üstünde tutan ve âdeta kutsal sayan İslâm dini, onu korumak için ciddi tedbirler almıştır. Cana kıymanın büyük bir günah olduğunu ve âhiretteki cezasını belirtmek suretiyle vicdanları ıslah etmeye çalışmıştır. Bunun yanında insanın yaşama hakkının kişilerin vicdanlarına bırakılamayacak kadar önemli olduğunu vurgularcasına, cinayetin karşılığında sert ve caydırıcı dünyevî cezalar da belirlemiştir.

 

KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR