III
KAYIP AYAKKABI
Beş ya da altı yaşlarındaydım. Dünyanın bana kocaman geldiği, sevinçlerin ise küçücük bir kartopundan koca bir çığa dönüştüğü ilk çocukluk yıllarıydı. Ayağımda, bazı yerleri yamalı, bazı yerleri delik, zamanın ve taşların izini taşıyan eski püskü bir ayakkabı vardı. Köyümüzdeki bütün çocuklarınki de aynısıydı; ama biz buna alışmıştık. Çünkü “yeni ayakkabı” demek, bizim için bir eşya değil, yıllarca unutulmayacak bir sevincin adıydı.
Bir gün babam, köyümüzden kalkıp Demirci pazarına gitti. Onu yolcu ederken içimde küçük bir umut kıpırdamıştı ama hiç belli etmedim. Akşamüzeri eve döndüğünde elinde gazeteye sarılı ufak bir paket görünce kalbim bir anlığına duracak gibi oldu. Paketin içinden ışıl ışıl parlayan, henüz taş ve çamurla tanışmamış yepyeni bir lastik ayakkabı çıktı.
O ayakkabılar, çocuk gönlüme bir bayram sabahı gibi düşmüştü.
O gece ayakkabılarımı kucağıma alıp yatağa girdim. Bir hazineyi sakınır gibi kollarımın arasında tuttum onları. Sevincim, yorganın altına sığmıyor; gözlerim ise bir türlü kapanmak bilmiyordu. Uykusuzluğumun sebebi huzursuzluk değil, mutluluğun ta kendisiydi.
Sabah erkenden kalktım, ayakkabılarla tekrar göz göze geldik. Hemen karnımı doyurur doyurmaz, ayakkabılarımı ayağıma geçirip harman yerine koştum. Çimenler yeşermiş, çiçekler açmış; arıların vızıltısı, kuşların cıvıltısı harmanı bahara boğmuştu. Arkadaşlarıma yeni ayakkabılarımı gösterecek, içimdeki gururu saklamayı hiç ama hiç düşünmeyecektim.
Ama bir yanım da tedirgindi: “Hemen eskimesin,” diyordum içimden. Bu yüzden ayakkabıları harmanın yanındaki büyük, yuvarlak taşın üzerine dikkatlice bıraktım. Sonra yalınayak oyuna daldım. Toprağın sıcaklığı, çimenin serinliği, arkadaşlarımla oynadığımız oyunun coşkusu içimi öyle dolduruyordu ki zamanın nasıl aktığını anlamadım.
Oyun bittiğinde koşa koşa taşın yanına gittim. Ama… Ayakkabılar yoktu.
Bir an sanki dünya başıma yıkıldı. İçime koca bir boşluk çöktü. Gözlerim doldu, nefesim sıkıştı. Giymeye bile kıyamadığım, bir gece boyunca başucumda tuttuğum ayakkabılarım uçup gitmişti.
Telaşla etrafı aradım. Otların arasına baktım, taşların altını yokladım. “Belki rüzgâr düşürmüştür” dedim; “Belki bir hayvan sürüklemiştir.” Ama yok… Yoktu işte. Sanki yer yarılmış, içine kaç-mıştı.
Bir yandan ayakkabılarıma içim yanıyor, bir yandan babamdan yiyeceğim azarlar yüreğimi sıkıştırıyordu. Bağırdım, çağırdım, küçücük halimle bütün harman yerini ayağa kaldırdım. Ama boşuna…
Sonunda oyun oynadığımız dört kardeşe baktım. Aralarında benim yaşımda olanı gözüme kes-tirdim; çünkü diğerleri cüsseleriyle bile gözümü korkutuyordu. Küçüğün yakasına yapıştım, titreyen sesimle bağırdım:
“Söyle! Ayakkabılarımı kim aldı?”
Direndi, sustu, gözlerini kaçırdı. Ama sonunda dayanamadı, ayakkabıların yerini söyledi.
Koşar adım gösterdiği yere gittim. Otların arasında, biraz tozlanmış, biraz ezilmiş ama hâlâ benim olan o güzeller güzeli lastik ayakkabılarımı buldum.
O an içime öyle bir sevinç doldu ki anlatması bile güç. Sanki kaybolan bir hazineyi bulmuştum, sanki güneş yeniden doğmuştu. Ayakkabılarımı göğsüme bastırıp yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim.
Gerçekten de “nal bulmuş çocuk” gibi seviniyordum.
Ve o gün öğrendim ki; bazen bir çift ayakkabı bile bir çocuğun dünyasını yıkıp yeniden kurmaya yeter.
