Ahmet İNCE


CUMHURİYET NİÇİN KURULDU?


                Bu soru ne yazık ki bugüne kadar hiç sorulmadı. Sorulup öğrenilseydi, bu milletin çocuklarına anlatılabilseydi, yıllarca kıvrandığımız bin bir badireden hiç birisini yaşamazdık. Solculuk sağcılık, tarikatçılık, cemaatçilik ve bilumum şuculuk ve buculuk belimizi bükmez, ruhumuzu ve istikbalimizi karartmazdı.

                Cumhuriyetin ilanının 96. yıl dönümü vesilesiyle bunları yazıyorum.

                Evet, Cumhuriyetin ilan edildiği gün, Türkiye tablosu şöyleydi:

                Nüfusumuz 13 milyondu. 11 milyonu köylerde yaşıyordu.

                40 bin köyün 37 bininde okul yoktu.

                30 bin köyümüz camisizdi.

                Un ithal, pirinç ithaldi. Sadece 5 bin dekar alan sulanabiliyordu.

                1 milyon kişi frengiliydi, 2 milyon kişi sıtmalıydı, 3 milyon kişi trahomluydu.

                Ülkedeki doktor sayısı sadece 337 idi.

                Toplam 60 eczacı vardı, bunların 8’i Türk’tü.

                Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bin idi.

                Limanlar, madenler yabancılara aitti.

                Demiryollarının 1 metresi bile bize ait değildi.

                Toplam sermayenin yüzde 15’i bizimdi.

                Osmanlıdan ayakta kalan sadece 4 fabrika vardı. (Hereke İpek, Feshane Yün, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri)

                10’dan fazla işçi çalıştıran, sadece 280 işyeri vardı. Bunun 250’si yabancılarındı.

                Elektrik üretimimiz 50 kilovat saatti. Kişi başı milli gelirimiz 45 dolardı.

                Otomobil sayımız 1490’dı.

                Kadının sadece ismi vardı. Eğitim hakkı yoktu. Meslek edinme hakkı yoktu. Boşanma ve velayet hakkı yoktu. Seçme ve seçilme hakkı yoktu, doğum izni yoktu.

                Topraklarımıza kitap gelene kadar, Avrupa’da 2,5 milyon farklı kitap basılmış ve 5 milyar adet satılmıştı.

                Osmanlıcayı erkeklerin yüzde yedisi, kadınların binde 4’ü biliyordu.

                Her 4 çocuktan 3’ü okula gitmiyordu.

                Ve evet ve dahasını saymak mümkün. Ancak bu sayfalar yetmez.

                Cephelerde çöken, bozguna uğrayan, memleket evlatlarını bir bir feda eden Osmanlı, aynı zamanda devlet olarak ta çökmüştü. Hukuk, maliye, maarif, medrese ve ordunun hali içler acısıydı.

                Milli mücadele; vatan- millet- Sakarya nutuklarıyla değil, millete önderlik yapan bir avuç kahramanın imanı ve feraseti ve cesareti ile kazanıldı. Hakkında idam fetvaları verilen, gittiği her yerde bir suikasta ve bir komploya maruz kalan M. Kemal ve arkadaşları, bunu nasıl başardı dersiniz.

                Her kafadan bir sesin çıktığı, birçoğunun hırs ve egolarını konuşturduğu mecliste, nasıl oldu da Cumhuriyete geçilebildiğini hiç merak ettiniz mi acaba? Bu öylesine sancılı ve kahırlı bir dönemdir ki yaşananları bilmek gerekir. Bilinirse eğer, Cumhuriyetin değeri ancak idrak edilebilir.

                96. yıl dolayısıyla, O günlere gitmek istiyorum.

                2.Meclis, ilkine göre daha donanımlı ve daha yüksek seviyede isimlerden oluşmuş. Fakat Başbakan Fethi Okyar kabinesiyle Meclis arasında bir uyuşmazlık var. Savaş kazanılmış, ancak dev-letin yeni şekli henüz belirlenmemiş. Teşkilât-ı Esasi Kanunu ile işler yürütülmeye çalışılıyor.

                M. Kemal daha cephelerde savaşırken kafasına koyduğu, Cumhuriyet rejimini henüz dillendirmemiş. Farklı görüşler var, farklı temayüller var. O, yaşananları sabırla ve demokratik bir olgunlukla izlemektedir.

                1923 yılının Ekim ayında, buhranın zirve yaptığı günler yaşanır. Fethi Okyar kabinesi çalışamaz hale gelir. İstifasını isteyenler çoğunluktadır. M. Kemal gelişmeleri sabırla takip etmektedir.

                26 Ekim günü, M. Kemal kabineyi toplar. İstifanın kaçınılmaz olduğu ortaya çıkar. 27 Ekim günü, Fethi Okyar istifa eder. Yeni kabine üzerine, mecliste müthiş bir kulis faaliyeti başlar. Adı henüz konmamış gencecik bir devlet, büyük bir buhranın kucağındadır.

                Üç gün süren bu buhran, adeta bir doğumun sancısı gibidir.

                M. Kemal; mecliste yaşananları, ‘muhteris bir hizip” olarak nitelemiştir. Ancak bu muhterislerin, bir yönetim tarzı ortaya koyacak ehliyetten uzak olduğunu kavrar. Şevket Süreyya, bu muhteris arayışları şöyle anlatır:

                “Çünkü o günkü şartlar içinde ihtiras, Meclisin havasına elbette hâkim olacaktı. Hatta denilebilir ki o şartlar içinde ve tabii olarak, Meclis sıralarında yer alan herkes muhteristi. Çünkü yeni bir devlet kurulmuştu. Bu devlet sulh şartları içinde asıl hayatını yaşamaya başlıyordu. Mecliste bulunan ve çoğunluğunu gençlerin teşkil ettiği insanlar; ya birinci Meclis saflarında, ya Orduda, ya halk içinde ve çoğu hayatları pahasına, o güne erişmek için savaşmışlardı.

                Şimdi yeni nizamda ve yeni hükümet yapısında yerlerini almak isteyeceklerdi. Yeni meclisin içinde arka plânlara itilmek ve birer gölge haline gelmek korkusu duyabilirlerdi. Bu da tabii bir haldi.

                Bu ihtiras tabirini ve ihtiras hareketini bugün biz, o zamanki şartlar içinde düşünsek, daha müsamahalı karşılayabiliriz. Gerçi Mecliste; padi-şahçılar, hilafetçiler, mürteciler, eski devre hasret çekenler, eski zorbalık nizamının bozulmamasını isteyen toprak ağaları, beyleri ve eşraf ta vardı.

                Bilhassa Güneydoğu Anadolu’dan bazı mebuslar, bu son zümrenin dayatışlarında önder gibi görünüyordu. Ama Ogün, bunların M. Kemal’i yenmeleri pek imkân dâhilinde görünmüyordu…” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt: 3, sf: 143)

                Yeni kabine kurulamıyordu. 27 ve 28 Ekim günlerinin her dakikası, büyük bir hareketlilik içinde geçti.

                28 Ekim akşamı M. Kemal, gurubunu Çankaya’da toplantıya çağırdı. İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Kazım Bey, Sinop mebusu Kemalettin, mebus Sami, Milli mücadele Kocaeli grup komutanı Halit Paşa gelenler arasındaydı. Ayrıca yemekte Rize mebusu Ekrem Bey ile Afyon Mebusu Ruşen Eşref Bey’i alıkoydu.

                İlk defa o akşam, o yemekte arkadaşlarına kısa ve özlü olarak şöyle dedi:

                “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz..”

                Bu ilan, elbette lafla olamazdı. M. Kemal gibi ne yaptığını bilen, strateji takip eden, kararlı ve hazırlıklı bir lider olmak gerekirdi. Cumhuriyeti ilan edebilmek için, yürürlükte olan 20 Ocak 1921 ta-rihli Teşkilat-ı Esasi (Anayasa) kanununda köklü değişiklikler yapılması gerekiyordu.

                M. Kemal bu hazırlığı tam üç ay önce giz-lice yapmış, kimsenin haberi olmamıştı. Onun en yakın arkadaşı ve sırdaşı olan Hasan Rıza Bey’e (Soyak) anayasadaki değişiklik metinlerini vermiş ve beyaz bir sayfaya çekmesini istemiştir. Bununla yetinmemiş, değişiklik metnini hukuk âlimi Seyit Bey’e göndermiştir.

                Seyit Bey inceleme sonrası şu notu düşmüştür: “İlgili müsveddelerde, düzeltilecek bir nokta bulamadım. Bununla birlikte bir kaç noktada, Gazi’nin emirlerine uyarak değerlendirmelerde bulundum.”

                29 Ekim sabah saatlerinde Meclis toplanır. Teşkilat-ı Esasi üzerindeki değişiklik teklifi kabul edilir. M. Kemal, 1 saat sonra görüşümü açıklayacağım diyerek geri çekilir. Bu bir saat içerisinde, odasına çağırdığı isimlere sırrını açıklar.

                Meclisin öğleden sonraki oturumunda, M. Kemal teklifini okur:

                “Yüksek heyetiniz, bu müşkülün halline beni memur ettiniz. Bende bundan ilham alarak, düşündüğüm şekli tespit ettim. Onu teklif edeceğim. Kabule mazhar olursa, kuvvetli ve mütesanit (birbirine kaynaşmış) bir hükümet teşkili kabil olacaktır.

                Devletimizin şekil ve mahiyetini tespit eden ve hepimiz için bir gaye olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun bazı noktalarını açıklığa kavuşturmak lazımdır.

                Teklifim şudur….”

                Cumhuriyet teklifi Meclis’te ittifakla kabul edilir.

                Meclisin atılgan ve hareketli mebuslarından, sarıklı Rasih Hoca (Antalya mebusu) söz alır. Ağır, dokunaklı ve tesirli bir üslupla konuşur kürsüden:

                “Din bakımından da en muvaffak hükümet şekli cumhuriyettir. Yaşasın Cumhuriyet..”

                Meclis bu konuşma üzerine dalgalanır ve yer gök inler: “Yaşasın Cumhuriyet.”

                Daha sonra Meclisin en yaşlı üyesi gelir kürsüye. Eski bir Osmanlı, eski bir müderris ve eski bir nazır olan Abdurrahman Şeref Bey şunları söyler:

                “Hâkimiyeti Milliye, kayıtsız şartsız milletindir… Kime sorarsanız sonuç bu, cumhuriyet demektir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad bazılarına hoş gelmezmiş…Varsın gelmesin..”

                Cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı sıfatıyla; 30 Ekim 1923 sabahı, M. Kemal İsmet İnönü’ye bir mektup yazdı. Mektupta şu ifadeler yer alıyordu:

                “Bize; geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği bir görev bu. Özgür bir toplum oluşturmak zorundayız. Çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız.

                Bu görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun..”

                Cumhuriyetin 96. yılında özellikle genç-lere sesleniyorum.

                Sevgili gençler! okuyun, araştırın ve Cumhuriyetin hangi zorluklar ve hangi kahırlarla kurulduğunu öğrenin. Bunu yapamadığımız için; uzun zamandan beri, onun bunun adamı olduk hep. Aklı bir karış havada meczupların esaretine düştük.

                Nicelerimizin hayatı gitti, istikbali karardı. Memleketimiz hep kan kaybetti.

                Muhtaç olduğumuz kudret damarımızdaki asil kandadır, unutmayalım.

                Cumhuriyet aklın, bilimin, haysiyetin, adaletin yoludur.

 

YAZARLAR