İlknur BURSALI


CUMHURİYETİMİZİN 100.YILINA ÖZEL İLYAS KALAY ÖĞRETMENİMİZ İLE “KÖY ENSTİTÜLERİ VE EĞİTİMİN GÜCÜ” SÖYLEŞİ -2-


BÖLÜM 2 

               (Bu bölümde İlyas Öğretmenimizin babasıyla ilgili bilgileri sizlerle paylaşacağız)

               

               - Aslında sizin okula başlama isteğiniz ile başlayan sohbetimizde babanızın sizi destelediğini anlattığınız zaman babanızın; eğitimli, aydın bir kişi olduğuna dair beklenti oluşmuştu bende. Babanızı çok merak ettim Mevlevi olmaya nasıl karar vermiş Demirci’de Mevlevilik yaptığı dönemleri anlatır mısınız?

 

               Öyle ki tahminim de yanılmamışım Mevlevilik eğitimi almış o zor yıllarda çabalamış ne kadar güzel.

 

KIZILÇULLU YILLARI ÖNCESİ 

BABAM SALİH KALAY VE MEVLEVİLİK

               Babam Salih KALAY; 1876 yılında Manisa’nın Demirci ilçesinde doğar.14 yaşına geldiğinde, içinde yanan okuma ateşiyle İstanbul’da yaşayan amcası Hilmi DEDE’ nin yanına gitmeye karar verir.1890 yılında, Demirci’den Bursa’ya giden bir kervanın, kervancıbaşından, kendisini Bursa’ya kadar götürmesi için yardım ister. Ailesinden de izin alarak katılan babam, Bursa’ya oradan da İstanbul’a ulaşır. Yenikapı Mevlevi hanesinde amcası Hilmi DEDE’yi bulur.

               Mevlevi  olmayı hak edebilmesi için bir hücrede “binbir çile” doldurması gerekir. Orası aynı zamanda bir okuldur. Okuma-yazma, muaşeret kuralları, tarikatın kuralları, tarihi Türk müziği ve çalgı aletlerinin çalınması ve sema gösterileri öğretilir. Ney, rebap, santur ve kudüm gibi sazların çalınması tercihe tabidir. Babam neyi tercih etmiştir.

 

               “Binbir çileyi” kabul eden kişiye, bir oda tahsis edilir. Bu odada üç yıl, üç ay, üç gün kalınır. Her türlü ihtiyacı karşılanır. Zamanı geldiğinde dergâhların en büyüğü postnişin (şeyh) tarafından merasimle icazet verilir. Artık o kişi hakiki bir Mevlevi olmuştur. Babam, dergâhta amcasıyla birlikte on yıl kalır. Okur- yazar, görgü görenek, bilgi, kültür sahibi olur. Saraydaki sema gösterilerine katılır. Konuşmasını, İstanbul şivesiyle pekiştirerek, telaffuzunu çok düzgün hale getirir.

 

               1900 YILINDA ASKERE GİDER

               1900 yılında askerliğini yapması için çağrı gelir. Bu sebepten dergâhtan ayrılıp başçavuş rütbesiyle askerliğini yapmak üzere Edirne’ye gider.1907 yılında askerliğini bitirir. Komutanları, babamı subay olarak kalması için ikna etmeye çalışırlar. Ancak o sırada babası ölmüştür, annesi yalnızdır ve üç kardeşi yetim kalmıştır. Annesi, ısrarla askerliği bırakıp memleketine dönmesini ister. Annesinin ısrarına dayanamayan babam, aile yuvasına döner.

 

               14 yaşında Demirci’den ayrılan babam 30 yaşında geri döndüğünde Mevlevi eğitimi almış, okuryazar, kültürlü biri olmuştur. O yıllarda İstanbul şivesiyle konuşan babamın tarzı, Demirci’ye hiç uymuyordu. En dikkat çekici tarafı ise kıyafetleridir. Yakalı gömlek, ütülü pantolon, ceket, uskar ayakkabı; halk, “bu yabancı kim?” diyordu. Bu kıyafetler o zamanlar biat olarak görüldüğü için dinen günah sayılıyordu. “Bu kıyafetleri kâfirler giyer!” diye söylenirlerdi. İşte bu safsata anlayış, Osmanlı toplumunu asırlarca geri bırakmıştı. Yeni buluşları, yeni giysileri veya kullandığı yeni araç gereçleri “Gavur icadıdır” diye reddetmişler, kullanmamışlardır.

               

DEMİRCİ BELEDİYESİNDE 

GÖREV ALIYOR

 

               İlçenin Belediye Başkanı, Mevlevi tarikatına mensup tekkesi de bulunan Hacı Şıh Efendi isminde bir kişiydi. Babamla konuşunca, onu çok beğenmiş, belediyede kendisine yardımcı olarak yanına almış. Babam, belediyenin kurallarını taviz vermeden uyguluyordu. Satılmak için pazara getirilen bilumum yiyeceklerin, temiz kaplarda satılması, bayat olmaması gerekiyordu. Aşçı dükkânlarının ve yiyecek satan esnafın da devamlı kontrol altında tutulması gerekiyordu. Belediyenin kurallarına uymayanlara ise ceza verilebiliyordu. Bozuk, bayat, kirli olanlar çöpe atılıyordu. Belediyenin varlığı kendini göstermişti. Halk çok memnundu.

 

               Başkanın yardımı ile evlendirildi. Aile yuvası kurdu. Yaşam çok güzeldi. Hiçbir üzüntüsü yoktu. Lakin çok geçmeden felâketler birbirini takip etti. 1922 Eylül’üne kadar acı olaylar yaşandı.

 

               Önce iki yıllık evli iken eşini kaybetti. Onun üzüntüsü devam ederken savaş başladı. İtalyanlar Trablusgarp’ı işgal ettiler. 1910 yılında babama askerlik için çağrı geldi. İşini bırakıp askere gitti. Devamında Balkan Harbi başladı. Yabancıların kışkırtması ile Bulgarlar, imparatorluğa harp ilan ettiler. Babam askerden yeni gelmişti, tekrar askere aldılar. Edirne’de Bulgarlara karşı cephedeydi. Babamın anlattığına göre ordu Edirne’de ikiye bölünmüştü. Bir tarafta İttihat ve Terakki tarafını tutan subaylar, diğer tarafta Padişah tarafını tutan subaylar. Cephede birbirine yardım etmeyip düşmana karşı koymadılar. Savaşı kaybettik. Bulgar askerleri, İstanbul Yeşilköy’e kadar topraklarımızı işgal ettiler. Rusların yardımı ile Bulgarların bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldılar.

 

               1. DÜNYA SAVAŞI BAŞLAR

 

               Babam terhis olup eve döndükten sonra yeniden evlenme teşebbüsünde bulunur. Annemin de ilk eşi Balkan Harbi’nde şehit olmuştur. İki dul evlenerek yeni bir yuva kurar. 1913 yılında abim doğar, babam ailesini geçindirmek için yeni iş kurarak hazırlıklara başlar. Fakat askerlik yakasını bırakmaz. 1. Dünya Savaşı başlamıştır. Gene askerlik için çağrı gelir, iki çocuğunu ve eşini, hiçbir geliri olmayan ailesini geride bırakıp vatan müdafaasına gider. Bu sefer Ruslara karşı Erzurum cephesine giden babamın geri gelmesi çok uzun sürer. Ruslara karşı üç yıl Erzurum’da savaşır.

Erzurum Cephesi’nde şartlar çok ağırdır. Yol yoktur, yolun olduğu yerde kar, telefon direklerine kadardır. İaşe ve techizat gelmez, bulaşıcı hastalıklar her tarafı sarmış, asker savaşarak değil hastalıktan ölmektedir. Günlerce yiyecek gelmediğinden aç kalırlar. Babamın anlattığı bu olay gerçekti. Bir gün, bir hayvan derisi buluyorlar. Birkaç odun ile bir kuytuda ateş yakıyorlar. Dumanı Rus askeri görmesin diye, babam, emir erine sesleniyor, “sen kaputun ucu ile dumanı dağıt, düşman görmesin”.Kendisi kasatura ile deriyi ince ince tütün kıyar gibi doğruyor. Bir teneke parçası bulup ateşin üzerine koyuyor. Artık kaç günden beri açlarsa karınları doyurmak için kavurmaya başlıyorlar. Deriler temelli sertleşiyor yenilemiyor. Böylece açlıklarına da çare bulunamıyor.

 

               Bir kış günü, hava sisli, göz gözü görmüyor. Rus askeri ile Türk askeri birbirine karışmış; fark edilince taraflar birbirine saldırıyor. Ortalık yatışmak üzereyken, emir eri babama sesleniyor, ”Çavuşum, kaputun yukarıdan aşağıya kan içinde, sen yaralanmışsın”. Babam, bu uyarıdan sonra kendine geliyor. Bakıyor ki sağ eli yok olmuş. Heyecandan farkında değil. Acele Erzurum Askeri Hastanesi’ne gönderiliyor. Orada tedavi olup çolak olarak çürüğe çıkıyor.

 

               Babam, 1900 - 1907 yılları arasında Edirne’de yedi yıl vatan borcu olan askerliğini yapıyor. 1909’dan 1917 yılına kadar İtalyanlarla, Bulgarlarla, Ruslarla savaşıyor.14 yıl askerlikten sonra “Gazi” olarak ailesine kavuşuyor.

 

               Babam eve döndüğünde, ne yazık ki gördüğü manzara çok hazindir. Annem, dört yaşında abim, iki yaşında ablam; bakımsız, fakir hiçbir geliri olmayan, ekmek parasına muhtaç bir ailedir. Gelir gelmez mesleği olan kalaycılığa başlıyor. Yeni evlerinde huzurlu ve rahat bir yaşam yaratıyor. Bu huzurlu yaşam çok sürmüyor. Demirci de Yunanlar tarafından işgal ediliyor.

               

              DEVAMI GELECEK SAYIMIZDA

YAZARLAR