İlknur BURSALI


CUMHURİYETİMİZİN 100.YILINA ÖZEL SALİH KALAY ÖĞRETMENİMİZ İLE “KÖY ENSTİTÜLERİ VE EĞİTİMİN GÜCÜ” SÖYLEŞİ -1-


               “Memleketin dağlarında, bayırlarında ve kırlarında hatta en ücra yerlerinde kendiliğinden açıp solan çiçek bırakmayacağız” diyordu Hasan Ali YÜCEL bu idealle yola çıktılar. İsmail Hakkı TONGUÇ ile birlikte köy enstitülerini kurdular. Cumhuriyetin değerlerini köylere taşımayı amaçladılar. Bu enstitülerden yetişen öğretmenler; Anadolu’nun bozkırlarında bütün köylere dağıldılar... İsmail Hakkı TONGUÇ Köy Enstitülerine “İş içinde, iş için, işe göre eğitim” ilkesiyle başladı. Enstitülerin sayısı zamanla 20’ye ulaştı.

               Hasan Ali YÜCEL’in çiçeklerinden solmak üzere hatta kurumak üzereyken kurtulanlardan biriyim diyor Salih KALAY öğretmenimiz… Kızılçullu Köy Enstitüsüne ilk kayıt olan şanslı kişilerden birisi. O yıllarda yaşadıkları aslında hiç de kolay değil. Cumhuriyetimizin 100. yılında cumhuriyet tarihini öğrenebilmek adına canlı bir tanık bizler için. Cumhuriyeti yaşayan, yaşatan, ulu bir eğitim çınarı; gölgesinde onu dinlemek huzur veriyor insana… Engin bilgisi, olgun tavırları, tecrübesi, muhteşem hafızası ve telaffuzuyla zaman kavramı unutuluyor. Salih Öğretmen; eğitim savaşçısı tam bir Atatürk sevdalısı ender rastlanabilecek mümtaz bir büyüğümüz.

               Topluma örnek yaşam öyküsüyle kendisiyle tanışmak isteyenler çok fazla, yoğun ziyaretçilerine de alışmış evde tam bir bayram havası hakim. Aynı gün Denizli’den bir grup misafir bekliyorlardı. Salihli’de kızı Nuran ile yaşıyor. Nuran Hanım; bizleri, kapıda güler yüzüyle karşıladı. Öylesine samimi, içten bir başlangıç yaptık ki sanki birbirimizi uzun zamandır tanıyorduk. Nuran YAZLA 1967 yılında Demirci İlk Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırmış Demirci mezunu olan emekli öğretmenlerimizden. Bizler aslında çok daha erken bir araya gelebilirdik. Tüm Dünyayı etkileyen Covid 19; sonrasında 6 Şubat depremi derken bugüne kadar uzadı bizim buluşmamız. İsmail ŞENER amcam, bana ısrarla İlyas KALAY ‘ı anlatır, kitaplarını ulaştırır, kendisini ziyaret etmem konusunda telkinde bulunurdu. Ben de İlyas Öğretmenimiz ile tanışmamış olsam da onu okuduklarımdan çok iyi tanıyordum.

               Eğitime olan tutkusuyla, yaşadıklarını anlatırken her detayda öğretmeye devam eden, eğitim abidesi, büyük bir değer kendisiyle uzun süreli bir söyleşi gerçekleştirdik.

               Sizleri eğitimin gücüyle yoğrulmuş hayat öyküsüyle baş başa bırakıyorum.

               Kızılçullu Köy Enstitüsü mezunu Salih KALAY öğretmenimizin, kızı Nuran YAZLA’nın ve  tüm öğretmenlerimizin “24 Kasım Öğretmenler Gününü” kutluyoruz.

               BÖLÜM 1

               Bizlere ailenizden bahseder misiniz? 

               1925 Demirci doğumluyum.3 kardeşiz. Ablam 1915 doğumlu okur- yazar değil, 1913 doğumlu ağabeyim ise ilkokul mezunudur. Babam 1890 yılında Demirci’den ayrılıyor. Kendisi İstanbul Yenikapı Mevlevihanesinde amcası Neyzen TEVFİK ile birlikte çile dolduruyor.1900 yılında askere alınıyor 1907 yılında ailesinin yanına Demirci’ye dönüyor.1910 yılında Balkan Savaşı ve 1. Dünya Savaşı’na katılıyor. 1. Dünya Savaşı’nda Erzurum Kop Dağlarında el parmaklarını kaybediyor, gazi oluyor ve 1918 yılında Demirci’ye kesin olarak dönüyor. Ancak 40 yaşlarında normal bir hayata başlıyor. Kendisi aydın bir insandı. Musikiye çok yatkındı. Demirci’ye ilk kez ütülü pantolonlu, Frenk gömlekli gelmişti. Başlangıçta yadırganmış da. Mevlevi tarikatı musikiyi öne çıkarırdı. Bizim Demirci’deki hocalar musikiye çalgıcılık olarak bakardı. Onlarla çelişkiler yaşadı diye bilirim. Demirci’ye döndükten sonra Demirci’deki Mevlevi dergâhında uzun yıllar çalışır. Bunun dışında ufak tefek ziraat işleri ve baba mesleği kalaycılık yapardı. Bizim soyadımız da (KALAY) oradan gelmiştir. Az çok buğday - nohut hasadı yaptığımız bir yerimiz vardı. Biraz da bağımız vardı. Bütün işlerde babama yardımcı olurdum. Babam 1930 yılında askerlik şubesinin uyarısıyla başvuruyor ve kendisine gazilik maaşı bağlanıyor.

               Okumaya nasıl karar verdiniz?

               Birinci dünya savaşında ellerini kaybetmiş bir babanın malul maaşı ile geçinmeye çalışıyoruz. Az miktarda bağımız, tarlamız var. Oralardan elde ettiğimiz ürün ancak ailenin yıllık ekmek ihtiyacını dahi karşılayamazdı. Kasabamızda varlıklı ailelerle yoksul ailelerin yaşamlarında yemelerinde giymelerinde hiçbir fark yok. Yalnız farklı olan birileri vardı ki onlar da okuyup memur olanlar. Kıyafetlerini en pahalı kumaştan özel yapılmış elbiseler, parlak uskar ayakkabılar, kravat gibi giysilerle ortalıkta dolaşanlardı. Tabii kasaptan alışveriş edenler de onlardı. Turfanda sebze ve meyveler özel ayakcılarla onların evine ulaştırılırdı. Çarşıda dolaşırlarken esnaf iş yerinin önüne çıkıp selama durur. Bir kahvesini içme ricasında bulunurdu. Bu yaşamı izleyen 13 yaşındaki bir çocuğun yarınları için kendini hazırlaması da nasıl bir yol izleyebilirdi? Elbette okumanın şart olduğunun öylece o imkânlara ulaşılabileceğinin bilincinde idi.

               İlkokul yıllarınızdan bahseder misiniz?

               O yıllarda Demirci’de ortaokul yoktu. Sadece ilkokul vardı. Okul bizim eve yakındı.1933 yılının Ekim ayında ilkokula kaydım yapıldı. Öğretmenim Şükriye MENDERES sınıfı ikiye ayırdı. Okuma yazmayı öğrenenler birinci sınıftı, öğrenemeyenler yarımcı sınıftı. Ben birinci sınıfa ayrıldım. Yarımcılar sınıfta kaldılar. O zamanki ilkokul kıyafetleri; beyaz yakalık ve siyah önlüktü. Sarı şeritli kasket giyilirdi. Öğrenci, bunları giymeye mecburdu. Ortaokuldaki tüm öğretmenler öğretmen okulu mezunu Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı, idealist insanlardı. 10-15 öğretmen vardı. O dönemde ülke yeni savaştan çıkmıştı. Yoksuldu. Öğretmenler toplum tarafından çok saygı gösterilen insanlardı. Ben de iyi bir öğrenciydim. Babam okumamı istiyordu.1938 yılında Atatürk’ün ölüm gününde yapılan programa katıldım ve konuşma yaptım.

               Atatürk’ün vefat haberini nasıl aldınız?

               Atatürk’ün vefatında 5. Sınıftaydık. Öğretmenimizle birlikte radyoyu dinleyerek yas tuttuk. Okulda kızlar dörtte bir oranındaydı. Aileler kız çocuklarına evde halı dokutturuyorlardı. Derslerime çok çalışıyordum. Babamın savaşlarındaki anılarını, izlenimlerini can kulağı ile dinliyordum. Tarih derslerinde sınıfta arkadaşlarıma anlatıyordum. Onlar da gelecek haftaki tarih derslerini beklemenin heyecanını yaşıyorlardı. Sene sonu geldi. İlkokul bitirme imtihanları başladı. Öğretmenim babamı çağırıp benim bir yıl daha beşinci sınıfta okumamı istiyor. Sebebi ise ortaokulda sınıfta kalmasın. Daha bilgili, donanımlı olsun. Çünkü ortaokul etraf ilçelerden yalnız Simav ilçesinde var. Orada da yurt yok. Bir ailenin yanında kalabilirsin. Bu durumlar velilere büyük maddi külfet oluyor.

               Büyüklerimin verdiği karara uymak zorundayım. Artık bitirme imtihanlarına girmedim. Kasıtlı olarak sınıfta kaldım.1939 yılı öğretim yılı idi. Okullar açıldı. Yeni beşinci sınıf öğrencilerle tanıştık. Yeni öğretmenim de Hayri ALTAY ‘dı. Ben çift dikişli olduğum için kısa zamanda arkadaş larım ve yeni öğretmenim tarafından büyük sevgi ve takdir kazandım. Pekiyi derece ile okulu bitirdim. Moralim çok yüksekti. Yarın büyüdüğümde ben de memur olursam bende iyi kumaştan takım elbiseler, rugan ayakkabılar giyen kravatlı cüzdanı dolu bir beyefendi olarak kasabamda boy göstereyim diye hayaller kuruyorum. Devamlı rüyamda ihtişamı ve şatafatı yaşıyorum. Babam da uzun yıllar (7 yıl muvazzaf askerliği, 3 yıl Balkan Harbi, 4 yıl birinci Dünya savaşında) başçavuş rütbesi ile askerliğini yapmıştı. Okumanın değerini bildiği için benim okumamı istiyor, gayret gösteriyordu.

               Simav Ortaokulu’na kayıt için gittiniz o süreci paylaşabilir misiniz?

               5. sınıf bitiminde tek seçenek Simav Ortaokulu’nda okumaktı. O yıllarda annem ölmüştü. Üvey annem vardı. Evrakları tamamladım. Eylül 1939’da eşeğin sırtına binerek 40 km ötedeki Simav’a yola koyuldum. Akşama doğru Simav’a vardık. Hana misafir olduk. Eşeğin heybesine üvey annem azık çıkınına domates koymuş samandan yapılmış zarftaki evrakları da o göze koymuş. Evraklarım da o gözdeydi. Simav’a vardığımda tüm evraklarım harap olmuştu. Kurutup okul müdürüne vermeye çalıştım ama müdür yüzüme bile bakmadı. Büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntüyle binip Demirci’ye dönmek için yollara düştüm. 20 kilometrelik yol düz ova idi. Akşam karanlığında vahşi hayvanların bol olduğu, çok sık çam ormanının içine daldım. Zifiri karanlıkta dağ yollarını aşarak, eşek üzerinde uyuklayarak eve dönmek 13 yaşındaki bir çocuk için önemli bir deneyimdi. Babam “Nasibin yokmuş oğlum.” dedi. İki meslekten birini seçmemi istedi. Ya nalbant ya demirci olacaktım. Ertesi günü dayımın yanında nalbant çırağıydım. Çok ağır bir işti. Her sabah erken kalkıp dayımın hayvanlarına bakıp, yemlerini ve sularını veriyordum.

               Bir bayram günü 5. sınıfta benden daha geride arkadaşlarımın ortaokul şapkalarıyla dükkânın önünden geçtiğini gördüm, daha çok üzüldüm. Birkaç gün sonra okula öğretmenime koş tum. “Hocam ben okumak istiyorum, bana bir okul bulun.” dedim. “Tamam ben sana haber ederim.” dedi. Bir ay sonra öğretmenim beni çağırttı. İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsünün öğrenci alacağını, gitmek isteyip istemediğimi sordu. Dünyalar benim olmuştu. Demirci İlköğretim Müdürlüğünde 4 öğrenci için mülakat yapıldı. Demir ci’den Kızılçullu’ya o dönemde yalnız ben gitmiştim.

               Kızılçullu’ya yönelik ilk izlenimleriniz nelerdi?

               Cumhuriyet aydınlanmasının bu temel kurumlarından biri de 1937 yılında köy öğretmen okulu adıyla açılan İzmirKızılçullu Köy Enstitüsü'dür. 19 Nisan 1940 sonrası yapılan sınavı başararak 1 Haziran 1940’da enstitüye kayıt oldum. Demirci’den İzmir’e kadar bir yük kamyonu bulmuştum. Yüklerin üzerine oturarak babamla birlikte Kızılçullu’ya gelmiştim. Enstitü binaları 1922’de Amerikan Koleji olarak yapılmış. İzmir’de o zamanlarda bu binalardan daha görkemli binalar yoktu. Eski elbiselerimiz çöpe atıldı, pijama, terlik, iç çamaşırı, çorap, havlu ve elbise verildi. Bizi banyoya gönderdiler. Ben terlik ve pijamayı ilk kez Kızılçullu’da gördüm. Başlangıçta 15 gün ortalarda dolaştık. Mutfakta temizlik gibi görevler verdiler. Belirli sayıda öğrencinin toparlanması bekleniyordu. Bazı öğrenciler bu durumdan mutsuz oldular. Biz buraya okumaya geldik, iş yapmaya değil diyerek okuldan kaçtılar. Sayımız 150’ye ulaşınca bizi çağırdılar. Bizim kaydımızı Zekeriya TONGUÇ yaptı. Bizden önce gelip ilkokul 5. Sınıfı Kızılçullu’da okuyanlar ile birlikte 300 kişi olmuştuk. Bizi 6 şubeye böldüler. Eski öğrenciler A, B, C şubesi ve tümü erkekti. Yeni gelenler de D,E,F şubesini oluşturdular. Bizim sınıflar ise karmaydı. Haziran’da başladığımız ve tam bir yıl eğitim sürdüğü için benim enstitüdeki eğitim sürem 4,5 yıl oldu.

               Kızılçullu’da ilk günler nasıl geçti?

               Okulun ilk günü, üst sınıflardaki ağabeylerimin yardımı ile berbere gittim, saçım kesildi. Okul kıyafetlerimi giydim. Yatağım belirlendi. Bir dolap gösterildi. Bir takım pijama, havlu, iç çamaşırı, iki çift çorabı oraya yerleştirdim.

               Bizim enstitü binaları, 1912’de Amerikan Koleji olarak yapılmıştı. Diyebilirim ki gösterişli ve donanımlı olması bakımından bu binaların İzmir’de benzeri yoktu. Elektrik tesisatı yerin altında idi. Merkezi sistem kalorifer tesisatı vardı.

               1937’de köy kanununda değişiklik yapılmıştır. Türkiye’de ne kadar köy tüzel kişiliği sınırları içinde azınlıklara ait gayrimenkullerin hepsi, yeni çıkan kanun gereği devletleştirilmiştir. Aynı yıl Köy Öğretmen Okulları açılıyor. O gör kemli binalar, köy çocuklarının kullanımına sunuluyor.

               Birinci dönem yani bizim okuldan mezun olan ağabeylerimiz, 1940 - 1942 öğretim yılında diplomalarını aldılar. Fakat Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldığı için oranın öğrencisi oldular. Bu öğretmenler 1937 - 1938 yılında Köy Öğretmen Okulu olarak birinci sınıfta öğretime baş lamıştı. 1941 - 1942 yılında, enstitü öğretmeni olarak yüksek kısma gittiler.

               Yurtta yemekler nasıldı?

               Benim enstitüye girişim, 17 Nisan 1940’da kabul edilen 3003 sayılı kanundan sonradır. İlk yıllarda 2. Dünya Savaşı’nın etkisi yokken beslenme durumu fevkalade idi. Tereyağı, bal, peynir, yumurta veriyorlardı. Bu kahvaltı şekline ilk defa şahit oluyorduk. Çünkü o yıllarda köy yaşam tarzı ve beslenme değişikti. Pederşahi bir aile yapısı vardı. Yani bir çatı altında baba, anne, iki-üç-dört oğlan evli hanımlar birlikte otururlardı. Anne sabah namazına kalkar, ocağa Tarhana çorbası tenceresini koyardı. Piştikten sonra bütün aileyi sofraya davet ederdi. Bu sofra 8 - 10 kişilik olabilirdi. Arkasından pekmez konur sabah kahvaltısı böyle sona ererdi. Yine önceki yaşamımda görmediğim bir yemek türüyle enstitüde karşılaştım. O da ikindi kahvaltısıydı. 

               Sonraki yıllarda 2. Dünya Savaşı’nın etkilerini hissetmeye başladık. Okul mevcudu 1200 kişiye ulaştı. Artık o görkemli sabah kahvaltıları, ikindi kahvaltıları, öğle ve akşam yemekleri tarihe karıştı. Ekmek vesika ile verilirdi. Bir öğrencinin 300 gr. Hakkı vardı. Yemekler de bulgur pilavı, fasülye, nohut, mercimek gibi tahıl ürünleri idi. O da doyuncaya kadar değil, günlük belirlenen miktardaydı. Yemek masaları 12 kişilikti. Her masanın başında büyük sınıftan bir abi veya abla bulunurdu. Tabaklara yemekleri onlar dağıtırdı. Yeni gelen öğrencilere yemek yemedeki kurallar öğretilirdi.

               Enstitünüzü bize biraz anlatır mısınız ne gibi çalışmalarınız oluyordu?

               Enstitünün kolejinden kalma jimnastik salonu, kitaplık ve gösteri salonu vardı. Ayrıca çiftlik denilen sebze ve meyve bahçeleri, tavuk kümesi, arı kovanları, atlar için ahırlar vardı.

               Top sahasının sonunda boş bir alan vardı. Oraya zeytinyağı fabrikası kurduk. Amerikalılardan kalma motorları oraya monte ettik. Böylece zeytinyağı fabrikası topladığımız zeytinleri işlemeye başladı. Salamura zeytin de yapıyorduk. Aynı binada ziraat sanatları atölyesi vardı. Orada büyük şarap fıçıları vardı. Şarap üretiyordu. Ayrıca çeşitli turşular, peynir, tereyağı üretimleri de orada yapılıyordu.

               Günlük yaşam, sabah altıda başlıyordu. Yarım saat sabah temizliğinden sonra akordeon ve davul sesleri duyulur. Öğrenci, okulun önündeki oyun alanına koşarak, iç içe daireler şeklinde yerini alır. Oynamak için hazırdır. Burada “Bengi” oynanır. Diğer oyunlar, çok büyük kalabalıklarda oynanmaz. Ege zeybeği,10 ile 50 öğrenci grupları ara sında oynanırdı.

               Enstitüde halk oyunları öğrendiniz mi?

               Hasan Çakı Efe ilk defa Ege zeybeklerini öğretmek için usta öğretici olarak Kızılçullu’da çalıştı. Devamlı efe elbiseleriyle dolaşırdı. Oyunları çok gösterişliydi. Beden Eğitimi dersi iki saatti. Bir saatinde Efe gelir zeybek öğretirdi. Sabah temizliği sonunda her gün davul ve akordeon sesiyle enstitü meydanında toplanırdık. Önce bir daire, sonra onun dışında bir daire derken iç içe halkalar oluştururduk. Efe tempoyu verir ve zeybek başlardı. Akordeonu sonraları müzik öğretmeni olan arkadaşımız Mehmet AKMAN çalardı.

               Çiftliklerinizi anlatır mısınız?

               Üç farklı yerimiz vardı. Biri hemen enstitünün yanındaki çiftliğimiz. Burada bahçe ziraatı, kayısı, şeftali gibi meyve bahçelerimiz, tavuk kümeslerimiz, arı kovanlarımız vardı. İkinci çiftliğimiz ise Gaziemir - Enstitü arasındaki Kozağaç’taydı. Enstitüden yaklaşık 4 - 5 km ilerideydi. Bol sulak bir yerdi. Buranın tüm bakımını öğrenciler yapardı. Kozağaç ayrıca çok güzel mesire yeriydi. Cumar tesiPazar günleri oraya piknik yapmaya giderdik. Şimdiki Karabağlar Paşa Mezarlığı civarında enstitüden 6-7 km ötede Emrez Çiftliğimiz vardı. Orada kireç yakardık. Yüzlerce delice zeytin ağacımız vardı. Onları aşılayarak verimli hale getirirdik. Okulun bahçesinin kenarına zeytinyağı fabrikası yaptık. Kolejden kalma elektrik üreten motorlar vardı. Bunları kullanırdık. Orada ayrıca şarap, turşu gibi yiyecek ve içecekler de üretilirdi. Orada tahıl üretmeye yönelik tarla ziraatı yapılırdı. Bazen Emrez’e bir şube sabahtan ziraat öğretmeni başkanlığında gider, öğleye doğru da onların yemek leri giderdi.

               Sınıflar nasıl oluşturulmuştu karma eğitim veriliyor muydu acaba?

               Bizim sınıf altı şubeydi ve 310 mevcudu vardı. Üç şube karma eğitim yapardı, bizim şubede kızlar vardı, kardeş gibiydik. Aramızda cinsiyet ayrımcılığı anlamında hiç önemli sorun olmadı. Çok sıkı disiplin vardı. Kızılçullu’da okuyan Egeli öğrencilerin sosyal yönleri diğer enstitülü öğrencilere göre daha çok gelişmişti.

               Enstitüdeki eğitimden ve uygulamalardan bahsedebilir misiniz?

               Enstitüde her gün yakış 8 saat öğretim vardı. Çoğu zaman Cumartesi - Pazar günleri araziye gidilir, sebze ve meyve bahçelerinde çalışılırdı. Edebiyat, Türkçe derslerinde bütün öğrencilerden köylerine gittiklerinde o yörede kullanılan kelimeler, özel davranışlar, türküler, atasözleri, deyimleri araştırarak rapor haline getirmemizi isterlerdi. 15 günde bir sınıf gününde çok orijinal orta oyunu, piyes halinde temsil edilirdi. Enstitüdeki tüm şubelerin sınıf günleri için öğretim yılı başında bir yıllık program yapılır, şubenin sınıf gününün programına göre çalışmalar başlardı. Her şube sınıf gününün başarılı geçmesi için büyük emek harcar, o gece en iyi türkü, şarkı, orta oyunu, ekip halinde gittiği yörelerden öğrendiklerini o gece sunarlardı. Gecelerde en yüksek puanı alan şube yıl sonunda ödül lendirilirdi. Bu gecelerde arkadaşlarımız tüm yeteneklerini sergilerlerdi.

               Enstitüdeki spor etkinlikleri ve bayram kutlamaları nasıl olurdu?

               Ben okumaya çok meraklıydım. O nedenle spor etkinliklerinde çok bulunmadım. İzmir’de liselerarası spor (voleybol, futbol, hentbol) yarışmalarında hep birinci olurduk. İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül’de Alsancak Stadyumu’nda gösterilere çıkardık. Cumhuriyet Bayramı ve diğer ulusal bayramlara çok önem verilirdi. 9 Eylül’de Alsancak Stadyumuna köylerden kağnılar getirilerek Milli Mücadelenin nasıl kazanıldığı anlatılırdı.

               Bir öğretmenin enstrüman çalması öğrencilere neler kazandırır?

               Ben notalarıyla mandolin çalmayı Kızılçullu’da öğrendim. Öğretmenlik yıllarımda keman çalmayı da öğrendim. Bir ilkokul öğretmeninin müzik aleti çalması çok önemlidir. Bu iletişim aracı ile diyalog sağlanır. Enstitüde müzik dersi matematik kadar önemlidir. Enstitüde müzik odası vardı. Orada 50 mandolin bulunurdu. Mandolin çalmayan öğrenciler bütünlemeye kalırlardı.

               Okul kütüphanesi var mıydı?

               Okulun çok zengin bir kütüphanesi vardı. Bu kütüphanede bütün klasikler vardı. Kütüphane “Yurt ve Dünya” diye bir dergiye aboneydi. Bu dergide Behice BORAN, Niyazi BERKES, Nihat ERİKET yazıyordu. Biz bu dergileri sürekli olarak ilgiyle okurduk. Reşat Nuri GÜNTEKİN’in romanları, Behçet KEMAL’in şiir kitapları ilk okuduğum eserlerdi. Her şubede sınıf öğretmeni bazı öğrencilere kitabın adını vererek arkadaşlarına anlatmasını isterdi. Haftanın bir günü akşam mütalaası kitap tanıtım saatiydi. Ben de bu tanıtma saatlerinde arkadaşlarıma İzmir’in tarihini inceleyerek anlatmıştım. Daha sonra bu çalışmamı broşür haline getirerek kütüphaneye bırakmıştım.

               Köy gezileri yapılıyor muydu? Uygulama çiftlikleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz?

               Zaman zaman civar köylere gezi tertip edilirdi. Özellikle 5. Sınıfta köy gözlemleri için bu gezilere çıkardık. Köyler uzaktı. Bize üç günlük köfte, patates, yumurta vb gibi kumanya hazırlanırdı. Buca’nın Kırıklar ve Kaynaklar köyüne gitmiştik. Köyü ekonomik, sosyal ve kültürel özellikleriyle incelerdik. Bir günde yiyeceklerimiz biterdi. Köylüler bizi zevkle ağırlarlardı. Biz de onlara müzik, halkoyunu etkinlikleri sergilerdik. Okulun atölyesinde onlara ait işler yapılırdı. Üretilen meyve, sebze, hububat mutfağa teslim edilir, bedeli mutemet tarafından döner sermayeye bırakılırdı. Eğer bu sistem yürütülebilseydi okullar arasında yetiştirilen ürünler takas suretiyle büyük bir maddi olanak ve işbirliği yaratılabilirdi.

               Staj uygulaması var mıydı?

               Bizim şube Germencik köylerinde staj yaptı. Ben Hıdırbeyli köyünde 1944 Haziran ayında staj yaptım. Köyün iki çeşmesi vardı. Sular akmıyordu. Kaçak vardı. Kaçakları saptayıp muhtarla beraber malzeme alarak köyün çeşmelerinden su akmasını sağlamıştım. Demirciliğim işe yaramıştı. Staj bitiminde şubemizdeki tüm arkadaşlarla Germencik’te halka bir müsamere sunduk.

               1940’lı savaş yıllarını nasıl yaşadınız?

               1940’lı yıllar zor yıllardı. Enstitüde bir dönem sefalet yaşadık. O yıllarda ekmek karneyle verilirdi. Bir kişinin ekmek istihkakı 150 gramdı. Sınıflarda gece karartması yapılırdı. Pencereler siyah perdeyle örtülür ve dışarıdan ışık görülmezdi. İzmir’de Talat Paşa Bulvarı ile Şair Eşref Bulvarı arasındaki bölgeye sığınak yapmak için kazı yapılmıştı.

               O yıllarda İkinci Dünya Savaşı, halkımızı çok etkilemişti. Yokluk, sefalet ve açlık ile karşılaşmayan aile yoktu. Para, varlık çare değildi. Dışa bağımlı ekonomi olduğu için ülkeye dışarıdan bir iğne dahi gelmiyordu. Denizlerimiz tamamen mayınlı idi. Ülkede 20 yaşından 35 yaşına kadar üretimi yapacak genç nesil silah altındaydı. Ülkedeki üretim bu bakımdan çok azdı, temel ihtiyaç maddeleri dışarıdan gelmeyince halkın geçimi çok zordu. Karaborsa bütün şiddetiyle devam ediyordu. İzmir’in sokakları işsiz ve evsiz insanlarla doluydu. Bu insanlar temizlik yapamadıkları için tramvayda, trende ve otobüste seyahat etmek, bulaşıcı hastalığa yakalanmak riski ve bitlenme olay nedeniyle çok zordu. Bu olayları takip eden belediye yetkilileri, sokaktaki bu kişileri toplar, sıralar halinde hamama götürüp yıkatırlardı. Okuldan İzmir’e gitmek yasaktı. Çok zaruri hallerde toplu ulaşım araçlarına binmemek kaydıyla izin verilirdi. İzinden dönen öğrenciler, doğrudan hamama götürülürdü. Çıkardığı çamaşırlar büyük ütü kazanlarında birkaç saat yüksek ısıda bırakılırdı. Böylece gelecek haşarat önlenirdi. Uyuz hastalığı yaygın hale gelmişti. Nasılsa okuldaki kız çocuklarda bu hastalık görüldü. Çok çabuk yayıldı. Bu olay okul idaresini bir hayli uğraştırdı.

               Öğretmenliğe nasıl başladınız? İlk görev yeriniz neresiydi?

               Biz ilk göreve başladığımızda 20 yıl mecburi hizmet ile köylerde kalacaktık. Hatta son sınıfa geldiğimizde istediğimiz köye tayinimiz için görev yerimiz belirlendi. 

               Eğitmenler ve çalışmaları hakkında düşünceleriniz nedir?

               Demirci’nin 77 köyü vardı. 6 köy öğretmenli, 35 köyde eğitmenler vardı. Çok başarılıydılar. Demirci eğitimde çok geriydi. Eğitmenler bu anlamda Demirci’de bir eğitim devrimi yaptılar. Onlar öğleye kadar çalışırlardı. Öğleden sonra kendi işlerine bakarlardı. ”Ali” isimli bir kılavuz kitapları vardı. O kitapta ilk üç sınıf için ne yapacakları çok açık olarak belirtilmişti.

               Ne zaman emekli oldunuz? Köy enstitülerinin topluma katkıları ne oldu?

               Ben Kızılçullu Köy Enstitüsüne Mayıs 1940 tarihinde girdim ve 31 Ekim 1944 tarihinde öğretmen olarak mezun oldum. 8 yılı köylerde olmak üzere toplam 28 yıl öğretmenlik yaptım. 2 Temmuz 1973 tarihinde emekli oldum. 3 torunum İstanbul’da yüksek öğrenim görüyorlardı. Emeklilik sonrası eşimle beraber bir ev tutarak torunlarımın yanında kaldık. Hiç boş durmadım 65 yaşında ehliyet aldım. Açık Öğretim Fakültesi ön lisans diploması aldım. 2008 yılında Halk Eğitim Merkezi kurslarından bilgisayar kurslarına katıldım.

               Günümüzdeki eğitim sistemi hakkında neler söylemek istersiniz?

               Günümüz eğitim sistemi çocuklara hiçbir şey kazandırmıyor. Çünkü amaç araç oldu. Test usulü eğitim ile imtihanlar, ezbere verilen hayali derslerle öğrenci dersi dinlemek için değil not almak için uğraşıyor. Eğitimde fırsat eşitliği yok, parası olan aileler çocuklarına özel dersler aldırarak sınava hazırlıyor, taşımalı eğitim sistemiyle köylerdeki okulları yok ettiler. Günümüz köylüsü okulun aydınlığından ve veriminden hiç yararlanamıyor. Evlendikten sonra halı dokuma ustası olan eşim köydeki okula dokuma tezgâhı kurdu. 4 genç kızı çırak olarak yanımıza aldık. Yıllar içinde sayı gittikçe arttı, hiçbir geliri olmayan köylüler varlık sahibi oldular. Yaşamları değişti mağazalar açtılar. Bu çalışma daha sonra komşu köylere sıçradı. Günümüzde eğitim sisteminin düzeltilmesinin yolu çalışmaktan geçmektedir. 

               Özetlersem; “Üretim ve yaratıcılık, milli duygulara inanç, Atatürk sevgisi…” İşte bunlar, öğretmenliğimin halen devam etmesinin sebebidir. 1973 yılı Temmuz ayında, arkadaşlarımın katıldığı çok görkemli bir veda gecesiyle emekli oldum. Bana onur verdiler, Salihli’de sevgi ve saygı gördüğüm bir yaşam sürüyorum. 

               DEVAM EDECEK

 

İLKNUR BURSALI SEVGİ KÖPRÜSÜ

YAZARLAR