Yetmiş seksen hanede taş çatlasa üç yüz elli civarında kişinin yaşadığı köyümde herkes birbirinin yediğine, içtiğine, huyuna, suyuna, neredeyse yedi ceddine kadar tanırdı. Özellikle dedem ve babam komşuların mizaçlarını herkesten daha iyi bilirdi.
Şimdi tıbbın “tik” dediği, istem dışı yapılan hareketlerin sahiplerine köyümüzde “huylu” yakıştırması yapılırdı. Çeşit çeşit özellikte insanlar vardı. Kimi konuşurken devamlı gözünü kırpar, kimi de her kelime sonunda bir kaşını kaldırırdı.
Normalde göz kırpmak, “Anlattıklarım düzmece, sen inanma, onlar inansın…” demektir.
Bir gün yaşıtlarımla evimizin bitişiğindeki “çene” dediğimiz sohbet köşesinde Karamıstıkgilin İhsan’ın anlattığı av hikâyelerini dinliyordum. “Sekiyurt’ta önüme birden dev gibi bir kara kurt çıktı. Gözleri alev alev yanıyordu. Parmağımı tüfeğin tetiğine basar basmaz bir anda kurdu yere yıktım.” diye hem anlatıyor hem de bana bakarak sağ gözünü kırpıyordu. İhsan emminin göz kırpma huyunu bilmediğimden anlattığının gerçek bir av hikâyesi olmayıp avcı martavalı zannederek “He he, sonra ne oldu, deme ya nasıl vurdun?” gibi sözlerle biraz da gülümseyerek İhsan emmiyi tıpışladığım o günler dün yaşanmış gibi hafızamda yerini korur.
Eldanın Yavuz’un huyu daha beterdi. Birisi elini veya parmağını bilerek ya da bilmeden ona doğru uzatsa “Ananı …” diye başlayan sonu hiç de hoş bitmeyen küfürler savururdu. Sonrasında “Niye anamıza küfür ediyorsun?” diyenlerden dayak yerdi. Eldanın Yavuz, bu kötü huyunu bildiğinden mümkün olduğunca topluluk içine girmemeye gayret eder, sohbeti en az on adım öteden yapardı.
Köyümüzdeki nineler bir bebek gördüler mi hemen o bebeği kucaklarına alıp sevme yarışına girer, neye uğradığını şaşıran yavruyu havaya atıp tutarlardı. Daha çok gülsün diye ayak tabanlarını, koltuk altlarını ve göbeğini gıdıklarlardı. Bebeklerden bazıları somurtkan olduğundan nereleri ellenirse ellensin gıdıklanmaz hatta ağlarlardı. O zaman nineler, bebeğin annesine “Ayol seninki de hiç sevilmiyor!” diyerek soğuk yüzlerini gösterirdi.
Köydeki evimiz çocuk bakımından oldukça zengindi. Kardeşlerime emmi uşaklarım da eklenince ondan fazla çocuk vardık. Birbirimizin neden huylandığını, nereden gıdık aldığını iyice öğrenmiştik. Kardeşim İsmail her yerinden gıdıklanırdı. Uzaktan parmaklarımızla gıdıklıyormuş gibi yapsak bile hemen uğunurdu. Buna karşılık kardeşim İzzet, hiç gıdık almazdı. Koltuk altlarında, ayak tabanlarında yapraklı dal gezdirir, boynunda tırtıl yürütürdük ama o, hiç gülmezdi. En mahrem yerini işaret ederek “Oradan bile gıdık almıyorum.” derdi muzipçe.
******
Hastanede çalışırken Muhlis isimli bir arkadaşımız vardı. Yemek esnasında kimse onun karşısına oturmak istemezdi. Muhlis, anlatılan her fıkraya, komiklik arz eden her şeye ağız dolusu gülerdi. O anda ağzında ne varsa karşısındakinin suratına boca ederdi. Ayrıca gülerken yüksek sesle “Puruşkkk!” diye ses çıkartırdı. Muhlis’in adı bu yüzden bir ara “Puruşşkkk”a çıkmıştı. Onun, “huy” denilemeyecek bu rahatlığını bilmeyen yeni arkadaşları karşısına oturtur, yemek yerken fıkralar anlatırdık. Birden suratında Muhlis’in az çiğnenmiş lokmalarını bulan kurban, önce bunun bir tesadüf olduğunu düşünür, suratına yapışan üçüncü dördüncü yemek artığından sonra “puruşşk”un manasını anlayabilirdi.
******
Hastanede çalışan Aydın adlı arkadaş, yemek yerken kimsenin karşısına oturmazdı. Garibim limon ile sıkıntılıydı. Bu huyunu bildiğimizden güzel hemşireleri özellikle Aydın’ın karşısına oturtup limon sıktırırdık. Kendi sıktığı limondan rahatsız olmayan Aydın, karşısındakinin sıktığı limonla şekilden şekle girerdi. Sanki sıkılan onun yüzüymüşçesine suratı buruşur, dudakları yumulur, gözleri kısılırdı. Olan bitenden habersiz güzel hemşire, söylenerek yemekhaneyi terk eden Aydın’ın utangaç Anadolu delikanl…