İnsan şu dünyaya bir misafir olarak gönderilir, ama şu dünyanın maliki gibi bir yaşam sürer ve alacaklı bir kişi gibi ömür yaşar. Ömrü boyunca dünyada alacaklı birisi gibi, tahsilat peşinde koşturur durur ve alacağını tahsil edemeden bu dünyadan göçüp gider.
Bizler kendimizi ölümsüz zannediyoruz! Bu zan ile bu dünyada “bir alacaklı gibi’’ bir ömür yaşıyoruz.
Evet! Bizler bu dünyada bir misafiriz. Bu dünya; biz bu dünyaya gelmeden öncede vardı ve biz bu dünyadan gittikten sonra da var olacak. O zaman hiç şüphe yok. Biz bu dünyada; ev sahibi değil! her birimiz birer misafiriz. O zaman dünyaya gelmeden önce var olan ve dün yadan giderken de yanımızda götüremeyeceğimiz kırılacak cam şişesi hükmünde olan şeylere, elmas gibi kıymet verip, bütün ömrümüzü onları elde etmek için harcayıp, kendimizi üzüp, neden mutsuz ediyoruz? Kendini misafir olarak telakki eden insan, dünyaya gelirken beraberinde getirmediği şeyler için malikiyet davasında bulunamaz.
Malik olduğunu zanneden insan her şeyi kendi malı gibi görür. Her şeye sahip olmak onun için bir haktır. Dünya ve içindekiler ise ona borçludur. Böyle bir zan, insanı bu dünyada alacaklı konumuna düşürür, dünya ise ona borçlu konumundadır.
Dünya ve içindekiler bize borçlu ve bize hep verecek ama bizden hiç almayacak algısı ile yaşayan bir insan!
Bize makam, mevki, şan, şöhret, para, pul sağlık, sıhhat, mutluluk gibi güzel olan ve tatlı olan, bizim hoşumuza giden, bize keyif ve zevk veren her şeyi verecek. Neden verecek? Biz bu dünyada alacaklı olduğumuz için verecek. Bu zan ile yaşayan insan hayatı boyunca bu alacaklarını tahsil peşinde koşturur durur. Ama maalesef birçoğumuz bu alacaklarını tahsil edemez. Alacağını tahsil edemeyen insan mağdur konumuna düşer. Böyle bir insan; mağdur bir şekilde, bu dünyadan göçüp gideceği, bu dünyada yaşadığı bu kısa süre içinde mutlu ve huzurlu olabilme ihtimal ve şansı olamaz. Neticede alacağını tahsil edemeyen insan bu dünyadan mutsuz ve umutsuz bir şekilde göçüp gider.
Halbuki kader ve kısmetine razı olsa; şu fani kubbede bir alacaklı değil, bir ev sahibi değil! Bir misafir olarak kendini görse, o zaman sahip olamadığı şeyler için kendini üzmez. Yaşadığı her anın kıymetini, sahip olduğu her şeyin değerini bilir. İşte böyle bir insanın, bu dünyada mutlu olamamasının önünde herhangi bir neden olamaz
İnsan bu dünyada bir misafir ve bir emanetçidir. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz maddi ve manevi her şey; makam, mevki, rütbe, mal, mülk, evlat ve eş hepsi top yekün birer emanet. Hatta şu beden ve şu hayat bile bir emanet. Emanet sahibi istediği zaman emanetini geri alabilir. O zaman en bahtiyar insan odur ki? “ne sahip olduğuna çok sevinir ne kaybettiğine çok üzülür’’..
Hayat hep güzel ve hoş duyguları yaşamaktan mı ibaret? Yoksa tüm duyguları yaşamaktan mı ibaret!
Dünya geldik hep güzel pozitif duyguları yaşacak, hiç negatif ve olumsuz duyguları yaşamayacak
Böyle bir hayat gerçek bir hayat olur muydu?
Bir insan düşünün! Bu dünyada hiç acıyı yaşamamış, hiç hüznü yaşamamış, hiç kaybetmeyi, hiç elem ve kederi yaşamamış! Bu insan gerçek bir hayatı yaşamış olabilir mi? Diğer bir insan tüm duyguları yaşamış. Geceyi de yaşamış, gündüzü de yaşamış, baharı da yaşamış, kışı da yaşamış, gençliği de yaşamış, yaşlığı da yaşamış, üzüntüyü de yaşamış, sevinci de yaşamış, kazanmayı da yaşamış, kaybetmeyi de yaşamış, dünyaya ondan hem almış, hem o dünyaya vermiş. O zaman kritik soru şu? Gerçek bir hayatı hangisi yaşamış. Tüm duyguları yaşayan mı yoksa sadece pozitif duyguları yaşayan mı?
İnsan olmak ve insan kalabilmek hissetmekle başlar.
Hissediyorsak ve duygularımız yaşayabiliyorsak o zaman insanız. Yaşadığımız ve hissettiğimiz her duygu bize bir mesaj verir, bizi eğitir ve bizi olgun bir insan yapar. Acıyı yaşamayan bir insan sabrı nasıl öğrenecek. Hüznü yaşamayan birisi sevincin kıymet ve değerini nasıl bilecek.
Bu manada baktığımızda gençlerimiz yanlış algı ve yönlendirmeler ile hayatı; toz, pembe, hep zevkten ve kazanmaktan ibaret bir hayat gibi gösterilip, öyle algılatılamaya mecbur eden bir sistem işliyor. En çok satan kitaplara bakarsak bize her daim mutluluğu ve kazanmayı vaat eden kitaplar; mutluğun 5 formülü, zengin olmanın 10 yolu, dost kazanmanın 9 kuralı gibi hakeza. Neticede şu anda Z kuşağı değimiz aslında zevk kuşağı diyebileceğimiz bir nesil depresyondan tutun birçok psikolojik ve ruhsal hastalığa potansiyel adaylar durumun da hazır olarak bekliyor.
Yanlış algı ve yanlış kodlamalar bizi umutsuzluğa itiyor. Umutsuzluk, mutsuzluğu ve depresyonu getiriyor. O zaman hayatın bize yaşattığı her şeyin ve yaşadığımız her duygunun bize bir mesaj verdiğini bilelim. Yaşadığımız her şeyin bizi daha çok insan yaptığının farkına varalım. Hayat tek bir iyi bir duyguyu yaşamaktan ibaret değil. Hayat; acı ve tatlı tüm duyguları yaşamaktan ibaret. Ateş demiri ısıtıp, onu kor haline getirip çelik gibi sert ve dayanıklı hale nasıl getiriyorsa, aynen öyle de yaşadığımız olay ve hadislerde bize yaşattıkları ve hissettirdikleri ile bizi şekillendiriyor ve güçlendiriyor. Bizi öldürmeyen her duygu bizi daha güçlü yapar, hayata ve yaşama dair çok şey öğretir. O zaman bir bakmakla, bir öpmekle, bir tatmakla batmayalım. Pencerelerden bakalım ama içine girmeyelim. Dünya bize hep vermek zorunda değil! Bizim de dünyaya bir şeyler vermemiz gerektiğini bilelim. Kendimize şu soruyu zaman, zaman soralım. Biz bu dünyaya ne verdik ve ne veriyoruz? Dünyadan hep alıyor muyuz, yoksa veriyor muyuz?
Hayat ve dünya tüm duyguların bize yaşatıldığı ve bizleri insan olarak eşrefi malukat haline getiren bir tecrübe ve imtihan yeri.
O zam koltuğumuza yaslanıp başımıza ne gelirse gelsin, ne yaşarsak yaşayalım İbrahim hakkı gibi ‘Mevlam neyler, neylerse güzel eyler’ deme zamanımız gelmedi mi?