Dr. Yusuf ÇAKIR


EGO YA DA ENE (2)


Ene’de var olan; malikiyet, ilim, irade, kudret mutlak anlamda var olması gerekmez. Ene de bunlar güneşin bir aynada tezahür ettiği gibi tezahür eder. Bir aynayı güneşe doğru tutarsak aynanın içinde de bir güneş görünür. O aynada görünen sanal güneş de gerçek güneşin bazı vasıfları vardır. Gerçek  güneş gibi karanlık bir odaya tuttuğumuzda o odayı aydınlatır. Gerçek güneş ışığında olduğu gibi ışığın 7 rengini içerir. Ama aynadaki güneş sanal bir güneştir.  Gökyüzündeki güneş ise gerçek ve mutlak olan güneştir. Gökyüzündeki güneşe yüzünü çevirmeyip, sadece aynadaki güneşe bakan kişi, o aynadaki sanal güneşi gerçek ve mutlak güneş zannedebilir. Şiddetli bir şekilde zuhur ettiği için gökyüzündeki güneşi idrak edemeyen kişi aynadaki o sanal güneşle gerçek güneşin bazı sıfatlarını anlayabilir. Buradaki sıkıntı aynadaki sanal güneşi gerçek güneş gibi kabul ettiğimizde ortaya çıkıyor. İnsandaki ene’de böyle! Rabbimizin ilahlığına ait birçok şey ene aynasında yansır. Hayatta olduğumuz sürece de yansımaya devam eder. Bu şekilde bize ezeli güneş olan Rabbimiz tanıtır.  Buradaki problem ene aynasında ilahlığa ait tecellileri, yansımaları geçek gibi kabul ettiğimizde sıkıntılar ortaya çıkıyor. İşte o zaman kendimize putlar yani ilahlar ortaya çıkarmış oluyoruz. Ley- la’da, Aslı’da, Şirin’de mutlak cemale ait güzellik yansımalarını gerçek zannedip onu kendimize mabut yapabiliyoruz. Kendisine ilim ve kudret verilmiş bir dini ve siyasi figüre Süpermen gibi vasıflar yükleyip kendimize ilah yapabiliyoruz.  Aslında “ALLAHUEKBER” kelimesinin dilimize bu kadar pelesenk olmasındaki mantık burada saklıdır. “En büyük Allah’dır’’ diyerek, Allah dışındaki birçok varlıktaki üstün özellik ve vasıfların o kişilerinden zatından değil! Allahın sıfatlarına mazhar olmasından kaynaklandığını kabul etmiş oluyoruz. Bunun neticesi kula kulluk değil, mutlak olana kulluk ederek,  birçok varlığa boyun eğmekten kurtulmuş ve gerçek özgürlük ve hürriyete kavuşmuş oluyoruz.

İnsandaki ene vahidi kıyasi yapar. Va-hidi kıyasi nedir? Vahidi kıyasi; insan benliğindeki cüzi ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla Allahın külli sıfatlarını kıyas yolu ile bilip idrak etmesidir. İnsan dış alemdeki anlamadığı bir çok şeyi kıyaslayarak anlar. Bunun için birçok ölçü birimi icat etmiştir. O aletlerle sınırları belli olmayan bir şeye sınır çizerek,  onu o şekilde ölçerek anlamış olur. Termometrenin ölçtüğü ısı kendi ısısı değildir. Dışarıdaki ısıyı kıyaslayıp ölçer. İnsan bu şekilde yaptığı birçok aletle, kıyas yaparak ölçüm yapar, onları o şekilde akıl terazine yaklaştırarak idrak eder. Termometre akıllı ya da bilinçli olsa bu gösterdiğim sıcaklık bana ait dese kimse inanmaz. Bu durum somut şeylerde böyle olduğu gibi soyut şeyler içinde böyledir. Ben duygusu ile insanın Allahın tekilliğini anlar. Benlik duygusu ile insan Allahın her şeye malik olduğunu anlar. Bu evin maliki olduğu gibi şu kainat sarayının da bir maliki vardır deyip vahidi kıyası yaparak yaratıcısının ma- liki-yetini anlar. Bu kıyaslamayı insan dışında hiçbir varlık yapamaz. Bir koyun bile memesinde üretilen süt için benim sütüm diyemezken, insan o koyunun sütü için benim koyunumun sütü diyebilir.

Açlık hisseden ene, kendisine tevdi edilen rızıkla karnını doyurur. Ene; o açlık hissi ile Allahın Rezzak yani rızık verici ismini algılar. Bir melek açlık hissetmediği için, Allahın Rezzak ismini insa-nın anladığı gibi anlayamaz. Hasta olan insanın benliği acı ve ızdırap çeker. Sağlığına kavuştuğunda Allahın şifa veren Şafi ismini egosu ile idrak etmiş olur. Bir melek hasta olmadığı için Allah’ın şafi ismini bizim gibi anlayamaz. Dünyadaki güzellikleri göz penceresinden algılayan ve haz alan ego Allahın Cemal ismini anlamış olur. Hayat sahibi olduğunu idrak eden ego Allah’ın Hay ismini an-lamış olur. Hayat ve ölüm döngüsüne her gün şahit olan egolarımız, Allah’ın kayyum ve baki olduğunu anlar. Ego kendisindeki ölçücüklerle ve zıtlıklarla kıyaslama yaparak bunları idrak eder. İnsan benli-ğindeki bu küçük ve cüzi ölçücükler olmasaydı Allahın külli sıfatlarını tam olarak idrak edemezdik. Bu özellikler insan dışındaki diğer varlıklarda yoktur. 
Ene Allah’ın sıfatlarını bizim anlamımızı sağladığı gibi, aynı zamanda kainatta gizli ve saklı olan bir çok hazineyi keşfeder. Bu yüzden ene aynı zamanda insanlığı inkişaf ettiren bir cihazdır. Bu gün ilim ve teknolojide yapılan birçok icadı ve birçok keşfi insanlar benlikleri ile yani egoları ile yapmıştır. Develer yük taşıdığı halde benlikleri olmadığı için bir kargo şirketi kuramamışlardır. Güvercinler kanatları olduğu halde bir posta şirketi kuramamışlar, inekler süt verdiği halde süt fabrika-sı, arılar bal yaptığı halde bal fabrikası tesis edememişlerdir. İnsan egosu ile malikiyeti ile icatlar yapmış ve egosu ile insanlığı inkişaf ettirmiştir. Bu da egonun bir başka yüzüdür.

İnsan kendisini hiçbir şeyin mutlak maliki gibi görmemeli! Bizde mevcut olan her şeyin; geçici ve bir emanet olduğunu idrak edebilirsek ve şu dünyada bize verilen her şeyin hayatımız dahil bir gün bizden alınacağını unutmazsak, işte o zaman o ene emanetini mükemmel bir şekilde kullanmış oluruz.

Ego yani benlik çok beslenirse, bütün duygularımızı yutan bir canavara dönüşür.  O zaman o benlik ilahlık davasında bulunmaya baş-lar,  kendisi dışında değer ve önem verdiği diğer varlıkları ve insanları ilah gibi görmeye başlar. Firavun gibi, Nemrut gibi ilahlık taslamaya başlar. Eski Mısırda firavunlar kendilerini çok değer ve önem veriyorlardı. Bedenlerini tanrının yeryüzünde cisme bürünmüş şekli olarak kabul ediyorlardı. Çağdaş Nemrutseverler de kutsiyet verdikleri ma-butlarını böyle görürler. Bazen insan çok sevdiği li-derini, hatta şeyhine bile bir kutsiyet verip, farkına varmadan böyle görebilir. O yüzden şeyh uçmaz, mürit uçurur demişlerdir.

Egolarımız çok okşandığında; İnsan kendini eşi benzeri bulunmayan, yeri doldurulmaz bir varlık gibi görmeye başlar. Küçük dağları ben yarattım misali herkese tepeden bakmaya başlar. Kendisini efendi, kendisinin dışındakileri maraba gibi görmeye başlar. İslam burada insana efendi değil, kul olduğunu hatırlatır. Hiçbir şeye malik olmadığını, memluk olduğunu hatırlatır. Kulluğunun gereği olarak günde beş kere her şeyin maliki olan sonsuz kudretin önünde boyun eğmeyi, o sonsuz kudret dışında hiçbir varlığın önünde boyun eğmemeyi hatırlatır. İnsanda ki egonun yani enenin buna ihtiyacı vardır. Yoksa çok güçlenir ve tüm duyguları istila eder. Aslında biz şu dünyada hiçbir şeyin maliki değiliz. En yüksek makamlarda, en rahat koltuklarda otursak bile gün geliyor o koltuklar ve o makamlar altımızdan kayıveriyor. Gün geliyor malik olduğunu zannettiğimiz gençliğimiz ve sağlığımız elimizden kayıveriyor. Gün geliyor aklımız bile başımızdan gidiyor. Ne evimizin yolunu bulabiliyoruz ne de evladımızı tanıyabiliyoruz.

Günümüzde evlilikler bile ego çatışmasına dönüşmüş durumda. Hep ben diyen çiftler kendilerini her zaman ve her daim haklı görüyorlar. Ben diyerek kendilerini, sen diyerek karşısındaki putlaştırıyorlar, biz diyerek kucaklaşmayı bir enayilik, bir eziklik ve bir eşitsizlik olarak görüyorlar. Neticede ne çiftler mutlu olabiliyor ne de çocuklar mutlu olabiliyor. Herkes egosunun kurbanı oluyor. İş yerinde patron, devlet dairesinde müdür, en alttan en üst kademeye kadar egoları ile hükmeden ve çalışanına kulağını tıkayan bir güruh adaleti tesis edeme-diğinde zulme sebebiyet verebiliyor. İnsanoğlu egosunun sırtına binerek dalalet vadilerinde dörtnala koşmaya devam ediyor.

Benliği terbiye etmek, en büyük fazilettir. Ben terbiyesi bu yüzden tasavvuf da en önemli öğedir. Allah egoyu yaratmış ve sormuş. “Sen kimsin! Ben kimim?’’  diye. Ene cevap vermiş; “Ene ene, ente ene’’  yani “Ben benim, sen sensin’’ demiş. 
Allah ene’yi terbiye etmek için değişik muamelelere tabi tutmuş, ateşe atmış, cehenneme koymuş ama ene ilahlık davasından bir türlü vazgeçmemiş, hepsinde aynı cevabı vermiş. En sonunda ene’yi aç bırakmış ve tekrar sormuş. “Sen kimsin, ben kimim’’? diye.  Ene bu sefer ; “Men ene vema ente’’  yani “Sen benim rabbimsin, ben senin aciz kulunum’’ deyip ilahlık davasından vazgeçmiş. Günümüz insanı yoklukla değil! varlıkla imtihan ediliyor. Bir çok imkana sahip olan çağımız insanı şükürsüz. Bu şükürsüzlük; nimeti veren rabbini tanımasına engel oluyor. Egolarımız, aciz ve fakir olduğunu idrak edemiyor. Birçok insan kendisini ilah gibi görüyor. Çocuklarımızı kendine güvenen bireyler olsun derken, kendisini çok beğenen bencil bireylere dönüşüveriyor. Bencil egolarımızla dün- yayı yaşanmaz bir hale getirdik. Sadece insanı değil! Allahın doğada yarattığı birçok varlığın hukukuna verdiğimizin zararın farkında değiliz. İnsanoğlu egosunun peşinden koşmaya devam ederse, kısa zamanda kıyameti başına kopara-cağı kaçınılmazdır.

Ama vesveselerimiz, kuruntularımız, algılarımız şeytanımız bizi çoğu kez aldatıyor. İnsan öleceğini bilen tek varlık olmasına rağmen, ölümsüz bir varlıkmış gibi hayat sürüyor.

Egomuzu; bu şekilde insanlığa hizmet eden bir “inkişaf aleti’’ ve rabbimizi bize tanıtan bir “vahidi-kıyasi cihazı’’ olarak kullanabilirsek, işte o zaman insan olarak inkişaf eder, hem dünyada hem de ahirette mutluluğu yakalamış oluruz.

Allah hepimizi kendisine tapan insanlar olmaktan uzak eyleyip, egosunu emanet bilip, yaradılış gayesine ve sırına uygun şekilde kullanan kullarından eylesin.
 

YAZARLAR