Vaiz Muharrem DEMİR


FİRAVUN, HAMAN ve KARUN: Tevhidin Amansız Üç Düşmanı-1


               Firavun (II. Ramses), hayatı boyunca unutamayacağı bir sahneyi yaşıyordu. Korkunç bir yangındı. Beytü'l-Makdis'ten çıkan alevler Mısır'a kadar ulaşmıştı. İşte şimdi de Mısır'ı yakıp kavuruyordu. Canlarını kurtarmak için oraya buraya kaçışan Mısırlıların çabaları boşa gidiyor, teker teker alevlerin pençesine düşüyorlardı. Fakat ilginçtir ki Mısırlılara acımayan ateş, İsrâiloğulları'na dokunmuyordu. Bir bir kül olan evlerden sonra ateş, saraya yöneldi. Çemberin iyice daraldığını gören Firavun, kurtuluşunun olmadığını biliyordu. İşte bir alev topu ağzını açmış kendisine doğru geliyordu!    Kaderine razı bir kurban gibi gözlerini kapadı. Korkunç sıcaklığı yüzünde hissettiği anda uyandı.

               Firavun, müneccimlerini çağırdı ve onlara rüyasını anlattı, yorumlamalarını istedi. Onların yaptığı yorumlar da rüyası kadar can sıkıcıydı: “Şu anda hâkimiyetiniz altında yaşamakta olan İsrâiloğulları'nın geldiği yerden yani Beytü'l-Makdis taraflarından bir adam çıkacak ve bu adam, Mısır'ın helâkine sebep olacak!”

               Hemen bir çözüm bulmak gerekiyordu. Yapılan teklifler arasında birisi ne kadar korkunç ve gaddarca olsa da Firavun'un aklına yatmıştı. Teklifi dikkatle dinleyen Firavun hemen emir verdi: İsrâiloğulları'nın yeni doğan kız çocukları bırakılacak ama erkek çocukları öldürülecekti. Dışarıda zor şartlar altında çalışan köleler evlerin içindeki basit işlerle görevlendirilecek, en kötü, en pis, en alçaltıcı işler köleler yerine İsrâiloğulları'na yaptırılacaktı.

               Nil'in hayat verdiği bu topraklarda; kendine has bir din ve sanat anlayışı geliştiren medeniyetler ülkesi Mısır'da idarî, askerî, ekonomik, adlî, dinî bütün düzen, hanedandan hanedana el değiştiren ve babadan oğula geçen saltanat sistemi içinde binlerce yıldan beri hep firavunlar tarafından muhafaza edilmişti. Sosyal ve bireysel açıdan toplum üzerinde o kadar etkin bir mevkileri vardı ki Mısırlıya göre, hayatın devamını bir bakıma firavunlar sağlardı. Mısır'da, dinî hayatın merkezinde de firavunlar bulunurdu.

               Firavunlar, bu düzenin tesisinde ve yürütülmesinde şüphesiz bazı insanlardan da yardım alıyordu. Bir firavunun etrafında, kendisine yakın addettiği yüksek rütbeli saray görevlileri mutlaka bulunurdu.

               Ülkenin yönetiminde bunlar da söz sahibi olur, firavuna danışmanlık yaparlardı. Bunlar arasında ise başrahiplerin önemli bir ağırlığı vardı. Zira hayatın bütün alanlarını doğrudan ilgilendiren din ve inanç ile alâkalı bütün meseleleri Firavunlar onlarla müzakere ederlerdi. İşte, Mısır'ın ve Mısırlının hayatına yön veren idarî düzen bu kadrodan oluşuyordu.

               Şimdi ülke ile alâkalı bütün bu görev ve sorumluluklar, haklar ve yetkiler Firavun'a aitti, zamanında Mısır, oldukça büyük bir ilerleme kaydet mişti. Nil'in bahşettiği bereket sayesinde çöl âdeta çiçek açmış, her yeri yeşil bahçeler süsler olmuştu. Bu bahçeler arasına Mısırlılar yüksek binalar yapmışlardı.

               Firavun'un korkunç plânının hedefi olan İsrâiloğulları, Hz. Yakub'un soyundan gelmekteydi. Hz. Yakub'un on iki oğlundan gelenler on iki kabileye ayrılmışlar ve Hz. Yusuf zamanında Mısır'a yerleşmişlerdi. Allah Teâlâ Mısır hâkimi Firavun ve adamlarını bol bol bahşettiği zenginlikler, ziynet ve mallar ile imtihan ederken İsrâiloğulları'nı da Firavun ile deniyordu. Nitekim Yüce Allah, Hz. Peygamber dönemi Yahudilerine, geçmişten ibret almaları için bu olayı şöyle hatırlatıyordu: “Hani, sizi azabın en kötüsüne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık. Bunda, size Rabbinizden (gelen) büyük bir imtihan vardı.” (Bakara, 2/49) Bu, gerçekten ağır bir imtihandı. İsrâiloğul ları'nın yeni doğan erkek çocukları acımadan öldürülüyor, diğer taraftan sosyal hayatta ikinci sınıf insan muamelesi görüyor, dışlanıyorlardı. Ancak Allah Teâlâ, onları bu büyük sıkıntıdan kurtaracak ışığı da yine aynı dönemde gönderme lütfunda bulunuyordu: Hz. Musa. Cenâb-ı Hak, bir oğlu olduğu için sevinsin mi yoksa başına gelecekleri düşünüp üzülsün mü bilemeyen bir annenin kalbine ilham gönderiyor, yavrusunu bir sandığa koyup nehre bırakmasını istiyor, ilâhî koruma altına alınan bu çocuğun peygamber olacağı ifade buyruluyordu. Bu noktadan sonrası da derslerle dolu bir tecelli şeklinde plânlanmıştı. Onu nehirden, hem Allah'a hem de Musa'nın bizzat kendisine düşman olacak biri çıkartacaktı. Nitekim Musa'yı nehir kıyısında Firavun'un adamları buldu. Firavun'un emirleri doğrultusunda hemen öldürülmesi gerekiyordu. Fakat ilâhî takdir, içeriden yani Firavun'un çok yakınından birisine bu cinayete engel olma ilhamı gönderiyordu: Firavun'un hanımı Hz. Âsiye'ye. Nehir kıyısında bir erkek çocuk bulunduğunu haber alınca hemen eşi Firavun'a gitti ve “Bana da, sana da göz aydınlığı (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur ya da onu evlât ediniriz.” dedi. (Kasas, 28/9)

               Firavun, gördüğü rüya ile sevgili eşinin teklifi arasında bocalar. Ancak sevgi hisleri ağır basar ve çocuğun canını bağışlar. Fakat hiçbiri işin farkında değildir. Gerçekten de bir süre sonra Allah'ın verdiği söz gerçekleşir ve belli bir olgunlaşma döneminin ardından Musa'ya peygamberlik verilir. Allah'tan başka ilâh olmadığı, yalnız O'na ibadet edilmesi gerektiği, kıyamet günü ve âhiretteki hesap Hz. Musa'ya vahyedilen bilgiler arasındadır. Yüce Allah ona, “Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimseler, seni ondan sakın alıkoymasın; sonra helâk olursun!” (Tâ-Hâ, 20/16) buyurur. Peygamberliği, atıldığında yıla na dönüşen asâ ve beyaz el gibi mucizelerle desteklenir, kardeşi Harun kendisine yardımcı bir peygamber olarak görevlendirilir. Daha sonra da hedef gösterilir: “Andolsun ki biz Musa'yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun'a, Hâmân'a ve Kârûn'a gönderdik...” (Mü’min, 40/23-24)

               Bu üç din düşmanı, nefsin arzularına son derece düşkün olma konusunda ortaklardır. Ancak bunu değişik yönlerde sergilerler: Birisi, bütün yönleriyle hayata hâkimiyet ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun; diğeri, kutsal olanla ilişkileri elinde tuttuğunu söyleyip bundan çıkar elde eden Başrahip Hâmân; üçüncüsü ise zenginliğinin boyutu konusunda darbımesel hâline gelen ama kendisine imtihan için verilen bu zenginliklerin bir emanet olduğunu unutup kibre kapılan Kârûn. Diğer bir bakışla zalim idareyi ve idareciyi Firavun; zalim beyni ve bilgiyi Hâmân; zalim destekçiyi ve kara sermayeyi de Kârûn temsil etmektedir.

               Hz. Musa'ya öncelikle Firavun'a gitmesi emredilir: “Firavun'a git, çünkü o azmıştır.” (Tâ-Hâ, 20/24) Hz. Musa gerektiğinde kendisine verilen mucizeleri Firavun'a gösterecektir: “...İşte bunlar, Firavun ve ileri gelen adamlarına (göstermen için) Rabbin tarafından (sana verilen) iki delildir...” (Kasas, 28/32)

               Hz. Musa ve Hz. Harun, Firavun'un huzuruna çıkar ve âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen peygamberler olduklarını, Allah hakkında sadece gerçeği söylediklerini dile getirirler. Onların sıraladığı ilkeler, Firavun'un hayat anlayışına, dünya görüşüne ne kadar da terstir! Nefsin arzularına gem vuracaksın; hak, hukuk ve adaleti gözeteceksin; âhireti dikkate alarak yaşayacak ve attığın her adımı “hesap” düşüncesiyle atacaksın... Bu bakış, kurulu düzene tamamen muhaliftir, Firavun'un sistemini temelden sarsmaktadır. Nitekim Hz. Musa ve Hz. Harun bu gerçekleri anlatınca Firavun ve adamlarının gösterdiği ilk tepki doğrudan dünya ve dünyalıklarla ilgili olmuştur: “Bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan döndüresin de yeryüzünde hâkimiyet (devlet) ikinizin eline geçsin diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz.” (Yûnus, 10/78) “Sizi, yaptığı sihirle, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne dersiniz?” (Şuarâ, 26/35)

 

               KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR