Vaiz Muharrem DEMİR


FİRAVUN, HAMAN ve KARUN: Tevhidin Amansız Üç Düşmanı-4


            Hadislerde Firavun ve onun akıbetinden, Medine Yahudilerinin âşûrâ gününü, Allah'ın Musa ile kavmini kurtarıp Firavun ile kavmini de denizde boğduğu gün olarak kabul etmeleri ve bu günde oruç tutmaları vesilesiyle bahsedilir. Yine Hz. Peygamber, Yahudi olan İbn Sûriyâ'dan yemin isterken, “Sizi Firavun hanedanından kurtaran, size denizi yaran, sizi bulutlarla gölgelendiren, size kudret helvasıyla bıldırcın indiren ve Musa'ya indirdiği Tevrat'ı size gönderen Allah'ı hatırlatarak size yemin veriyorum...” (Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 27) diyerek Firavun'dan söz eder.

            Bedir Savaşı esnasında Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Peygamber'e gelerek Ebû Cehil'i öldürdüğünü söylemiş, Hz. Peygamber, “Kendinden başka ilâh olmayan Allah aşkına (öldürdün mü onu)?” diyerek İbn Mes'ûd'a Ebû Cehil'i öldürdüğünü üç kez yeminle teyit ettirmiştir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Allah en büyüktür. Vaadine sadık kalan, kuluna yardım eden, bütün grupları tek başına hezimete uğratan Allah'a hamdolsun! Gidelim de onu bana göster.' dedi. Gittik bir de baktık ki o (Ebû Cehil). Bunun üzerine, 'Bu (Ebû Cehil), bu ümmetin firavunudur.” (İbn Hanbel, I, 445) buyurmuştur.

            Hz. Peygamber (sav) Bedir'de öldürülen müşrik cesetlerinin yanında durmuş ve onlara hitaben, “Allah, benim yanımdaki bir grupla size ceza verdi. Şüphesiz, ben güvenilir bir kimse iken siz beni hain ilân ettiniz. Ben doğru bir kimse iken beni yalanladınız.” buyurmuştur. Sonra da Ebû Cehil b. Hişâm'a yönelerek, “Bu, Allah'a karşı Firavun'dan daha azgındı. Zira Firavun, öleceğini anladığında Allah'ın birliğini ikrar etti. Bu ise öleceğini anladığında Lât ve Uzzâ'ya dua etti.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 302) buyurarak Firavun ve Ebû Cehil'i karşılaştırmıştır.

            Firavun'dan sonra imana ve inananlara karşı gösterilen zulüm ve adaletsizliğin bayrağını bu kez başka bir simge alacaktır. Hak taraftarları bundan sonra dünyayı, dünyalığı ve nefsi temsil eden, kibir ve gurur ile bezenmiş bir bakış açısı ile uğraşacaktır. Bu bakış açısı da yine Hz. Musa ve inananları için açık bir tehlike ve tehdit olacaktır. İşte bu yeni düşman Kârûn'dur.

            Musa'nın kavminden olan Kârûn, muazzam bir servete sahiptir. Öyle ki hazinelerin kendisini değil sadece anahtarlarını bile ancak güçlü kuvvetli insanlardan oluşan bir grup taşıyabilmektedir. Kârûn gösterişi sever, sahip olduğu zenginliği insanların gözüne sokmaktan âdeta zevk alır. Aslında bu tavrı ile o, Musa ve Harun'un getirdiği ilâhî sisteme karşı üstü örtülü bir savaş vermekte, bunu sarsmaya hatta yıkmaya çalışmaktadır. Zira sahip olduğu zenginliği, sadece kendisi için, doymak bilmeyen nefsi için harcamayı en doğal hakkı görmektedir.

            Kârûn yine bir gün bütün ihtişâmı, süsü ve gösterişi ile gezerken kulağına bazı sözler gelir. Allah Teâlâ'nın, “dünya hayatını isteyenler” şeklinde tavsif ettiği halktan bazı insanlar demektedir ki, “Keşke Kârûn'a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir!” Buna karşın, gerçeği bilen insanlar onlara şöyle cevap vermektedir: “Yazıklar olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara Allah'ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur.” (Kasas, 28/79-80)

            Kârûn toplumda oluşturduğu fitneden memnundu. Musa'nın getirdiği düzenin eninde sonunda yıkılacağını düşünüyordu. Buna karşın Allah Teâlâ, eşsiz ve sınırsız merhametinin göstergesi olarak toplumdaki iyi insanların dilinden ona evrensel gerçekleri hatırlatmaya devam ediyordu. Hak, doğru ve adalet taraftarı, Allah dostu bu insanlar diyorlardı ki “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas, 28/76-77) Kârûn ise “Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir.” (Kasas, 28/78) diyor, uyarıları asla dikkate almıyordu.

            Rivayete göre Musa Peygamber, İsrâiloğulları'na zekâtı emredince, Kârûn, İsrâiloğulları'nı toplayıp onlara, “Bu, size namaz ve birtakım emirler getirmiş, siz de onlara katlanmışsınız. Ona, bir de mallarınızı verme külfetini yüklenecek misiniz?” diye sorar. İsrâiloğulları, “Biz, ona (zekât olarak) mallarımızı verme külfetini yüklenmeyeceğiz! Peki, sen ne görüştesin?” diye karşılık verirler. Kârûn, “Benim görüşüm, İsrâiloğulları'ndan bir fahişeyi ona gönderelim. Onun kendisiyle birlikte olmak istediğini söylemesini ve bu iftirayı yaymasını isteyelim.” der. Öyle de yaparlar. Hz. Musa, Kârûn aleyhinde Allah'a beddua edince Yüce Allah, Hz. Musa'ya boyun eğmesi için yeryüzüne emreder. Musa Peygamber, yeryüzüne onları yutmasını emredince yer, onları önce topuklarına, sonra dizlerine kadar, en sonunda da tamamen yutar. Onlar bu arada hep, “Ey Musa, ey Musa!” diyerek yardım isterler. Ama sonunda Allah'ın verdiği mühlet sona erer ve gerçekleri görmeye yanaşmayan Kârûn, sarayı ile birlikte yerin dibine geçirilir. (Kasas, 28/81) Toplumdaki bazı insanlar, bu hadiseden önemli bir ders çıkartarak gerçeği şöyle itiraf etmişlerdi: “Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kâfirler iflah olmayacak.” (Kasas, 28/82)

            Şüphesiz Firavun, Hâmân ve Kârûn, hakka, adalete, insan olma onuruna karşı nefsi temsil etmişlerdir. Onlar, tek hedefi “tüm arzuları tatmin edilmiş bir ben” olan düzeni tesis etme çabasının, bütün ilâhî dinlerin ortak ve evrensel değerlerine boyun eğmeyi kendilerine yakıştıramayan bakış açısının en meşhur sembolleridir. Dünyada sahip olunan bütün değerlerin, maddî manevî tüm zenginliklerin aslında bir başkasından geldiğini, eninde sonunda yine Allah'a döneceğini; bunların aslında imtihan için verildiğini, bu sebeple hak ve iyilik yolunda kullanılması gerektiğini asla kabul edemeyen düşünce tarzının örnekleridir. Bu nedenle bütün çabalarını ilâhî daveti önlemek için sarf etmişlerdir.

            Allah'ın seçtiği bu örnekler dünya döndükçe nefsin, arzu ve heveslerin, insanların karşısına hangi şekillerde çıkacağına işaret etmesi açısından manidardır. Ancak sonuç aynıdır; bunlara kapılan insan, Yüce Allah'ı, âhireti, hesabı, Kitab'ı unutur; kendisine kendi eliyle farklı ilâhlar icat eder. Artık farkında olmasa bile câhiliye devri müşrikleri gibi somut veya soyut putları vardır. Bunların emrinden çıkmaz. Gerçeği ise kıyametin hazin tablolarını görünce fark eder. Ama artık iş işten geçmiştir. Gerçek şudur ki bu semboller, dünya kurulduğundan beri insanlığa ilâhî mesajı ulaştıran hemen her peygamberin karşısına çıkmış, şu veya bu surette her zaman var olagelmiştir. Dolayısıyla Allah ve Resûlü tarafından anlatılan bu kıssalara, bunlarda ismi geçen şahıslara ve yaşanan olaylara ders alınması gereken birer “ibret tablosu” bilinciyle yaklaşmak gerekir.

KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR