Vaiz Muharrem DEMİR


GEÇMİŞ ÜMMETLER-1


               Suheyb’in (ra) anlattığına göre, Resûlullah (sav) bir gün ikindi namazını kıldıktan sonra dudaklarını oynatarak konuşur gibi yapmıştı. Bunun üzerine kendisine, “Ey Allah’ın Resûlü!” denildi, “İkindi namazını kıldığında dudaklarını oynattın.” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de şöyle buyurdu: “Peygamberlerden biri, ümmetinin hâline şaşırıp kaldı ve "Onlara kim bir şey yapacak?" dedi. Allah da o peygamberine şöyle vahyetti: "Onları, benim kendilerini bizzat cezalandırmamla, düşmanlarını başlarına musallat etmem arasında serbest bırak." Onlar da Allah tarafından cezalandırılmalarını tercih ettiler. Bunun üzerine Allah onlara ölümü gönderdi ve bir günde yetmiş bin kişi ölüp gitti.”

               Suheyb, Peygamberimizin bu hikâye ile birlikte anlattığı şu hikâyeyi de nakletmiştir: “Bir kral vardı. Bu kralın kendisi için kehanetlerde bulunan bir kâhini vardı. Bu kâhin, krala, "Benim için anlayışlı bir çocuk buluver de bu ilmimi ona öğreteyim. Korkarım ben ölürüm de sizden bu ilmi bilen kimse kalmaz." dedi. Bu özellikte bir çocuk bulup ona kâhinin yanına gidip gelmesini ve ondan ilim öğrenmesini emrettiler. Çocuk kâhine gelip gitmeye başladı.

               Çocuğun yolu üzerinde manastırda yaşayan bir rahip —muhtemelen o gün manastırda kalanlar Müslüman kimselerdi— vardı. Çocuk, (kâhine gidip gelirken) her seferinde bu rahibe uğrayıp ona sorular sormaya başladı. Sonunda rahip çocuğa, "Ben sadece Allah’a kulluk ediyorum." dedi. Bunun üzerine çocuk rahibin yanında kalmaya başladı. Kâhine gitmeyi ise azalttı. Kâhin çocuğun ailesine, "Hemen hemen hiç yanıma uğramaz oldu!" diye haber gönderdi. Bu durumu çocuk, rahibe bildirdi. O da, "Kâhin neredeydin derse ailemin yanındaydım dersin. Ailen neredeydin derse kâhinin yanındaydım dersin." dedi.

               Genç bu şekilde devam edip giderken yolda kalabalık bir gruba rastladı. Bu insanların yolunu bir hayvan kesmiş —ki bazıları bu bir aslandı derler— onları orada alıkoymuştu. Çocuk eline bir taş aldı ve "Allah’ım! Rahibin söyledikleri doğru ise (atacağım taşla) bu hayvanı öldürmek istiyorum.” dedi ve sonra taşı atıp hayvanı öldürdü. İnsanlar, "Onu kim öldürdü?" diye birbirlerine sordular. "Bu genç (öldürdü)." dediler. İnsanlar telaşa kapılarak, "Bu genç hiç kimsenin bilmediği ilimleri bilmektedir!" dediler. Bu haberi gözleri görmeyen biri duydu ve "Eğer görmemi sağlarsan şu şu (mallar) senindir!" dedi. Genç, "Senden bunu (para ya da mal) istemiyorum, gözüne kavuşursan gözünü sana veren zâta iman etmeyi düşünür müsün?" dedi. Âmâ, "Evet" dedi. Bunun üzerine genç Allah’a dua etti, Allah da onun gözlerini açıverdi. Âmâ (Allah’a) iman etti.

               Onların hâli kralın kulağına ulaştığında o, birilerini göndererek hepsini yanına getirtti. "Her birinizi farklı şekillerde öldüreceğim!" dedi. Rahip ve âmâdan birini başının tam ortasından testere ile keserek, diğerini de değişik bir yolla öldürdü. Sonra çocuk için de şu emri verdi: "Onu falan dağa çıkarıp tepesinden aşağıya atın!" Genci o dağa götürdüler, oradan atmak istediklerinde kendileri o dağdan peş peşe düşüp helâk oldular sadece genç kaldı ve sonra geri döndü. Bunun üzerine kral, gencin götürülüp bir denize atılmasını emretti. Allah beraberindekileri suda batırdı ve genci kurtardı. Genç, krala (geldi ve) "Beni, çarmıha gerip okunla halkın önünde, bu gencin Rabbi olan Allah adına atıyorum, demedikçe öldüremezsin." dedi. Bunun üzerine kral emir verdi, genç çarmıha gerildi. Sonra kral, "Bu gencin Rabbi olan Allah’ın adıyla atıyorum!" diyerek oku attı. Okla vurulunca genç elini şakağının üzerine koydu ve öldü. Bu arada insanlar, "Bu genç kimsenin bilmediği ilimleri biliyordu. Biz de bu gencin Rabbine iman ediyoruz!" dediler. Krala, "Üç kişi sana karşı çıktı diye mi endişelendin? Şimdi tüm insanlar sana karşı geliyor!" denildi. Sonra kral hendekler kazdırdı ve içlerine odun ve ateş attırdı. Sonra insanları toplayıp, "Kim dininden dönerse onu bırakacağız, kim de dönmezse onu bu ateşe atacağız!" dedi. Ardından insanları bu çukurlara atmaya başladı.”

               Peygamberimiz burada Burûc sûresinin “(Müminleri yakmak için) hendek kazıp (içinde) alevli ateş yakanlar lânetlenmiştir. O vakit, ateşin etrafında oturmuş, müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı. Onlar müminlere ancak mutlak güç sahibi ve övülmeye lâyık Allah’a iman ettikleri için kızıyorlardı.” (Bürûc, 85/4-8) âyetlerini okuduktan sonra gencin defnedildiğini sözlerine ekledi.

               Peygamber Efendimiz iman mücadelesi veren geçmiş topluluklarla ilgili bu ve benzer kıssa ve öyküleri iman ve tevhid mücadelesinin tarihini öğretmek ve sahâbîlerini eğitmek için vasıta olarak kullanmıştı. Geçmişteki insanların mesel olmuş hikâyeleri vasıtasıyla Müslümanların iman, ibadet ve ahlâk sahasında eğitilmesini gaye edinmişti. Bu gayenin gerçekleşmesini sağladığından olsa gerek ashâbına uzun uzadıya kıssalar anlatmıştı. Abdullah b. Amr şöyle demişti: “Allah’ın Peygamberi (sav) bize sabaha kadar İsrâiloğulları(nın kıssaları)nı anlatır, ancak farz bir namazın vakti girince kalkardı.”

               Bu kıssalar hem bizzat Peygamberimizin hem de onu dinleyen sahâbenin ilgisini ve merakını fazlasıyla çekmiş olmalıydı. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan Hz. Musa ile salih kul kıssasının ayrıntıları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmayı dilemekten kendini alamamıştı: “Allah, Musa’ya rahmet eylesin, keşke (salih kulun işine karışmayıp biraz daha) sabır gösterseydi de onların arasında geçen (kıssa) bize daha fazla anlatılsaydı!” (Buhârî, Enbiyâ, 27)

               Diğer yandan sahâbe Kur’an’da anlatılan geçmiş ümmet, millet ve peygamberler hakkındaki pek çok kıssayla ilgili olarak Yüce Peygamber’e sorular yöneltiyorlardı. Zaman zaman bu sorularda geçmiş ümmetlerle alâkalı yanlış anlayışlar da ortaya çıkıyor ve bu yanlışlar düzeltiliyordu. Nitekim bir keresinde kendisine Kur’an’da zikri geçen Sebe’nin bir yer mi yoksa bir kadın ismi mi olduğu sorulmuş ve “Sebe, ne kadın ne de yer ismidir. Bilakis o Araplardan on oğul sahibi bir adamdır...” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 34) diyerek bir yanlış telakkiyi düzeltmişti. ONDÖRT 

               Medine toplumunda daha çok Yahudilere muhatap olan sahâbîler, bu kültüre ait bazı kıssa ve haberlere ilgi duyabilmekteydi. Bu ilgiyi fark eden Resûl-i Ekrem, “İsrâiloğulları’ndan nakilde bulunabilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur.” (Buhârî, Enbiyâ, 50) hadisi ile teorik olarak onlardan nakledilecek ümmet için faydalı bilgilerin, ibretli kıssaların kaybolmamasına ve diri tutulmasına izin veriyordu. Diğer taraftan da bizzat kendisi genel olarak geçmiş ümmet ve milletler, özel olarak da İsrâiloğulları ile ilgili öğüt ve ibret verici kıssa ve haberleri, vermek istediği bildiriyi de ilâve ederek ashâbına aktarıyordu. Bu kıssaların yaşanmış tarihî gerçeklikleri olabileceği gibi tamamen belli bir mesajı verebilmek amacıyla “kıssadan hisse” kabilinden anlatılmış olmaları da mümkündür.

               “Ehl-i kitabı ne doğrulayın ne de yalanlayın...” ve “Ehl-i kitaba bir şey sormayın...” hadisleriyle de Ehl-i kitaptan bilgi aktarmada ihtiyatlı olunmasını tembihliyordu. Buna rağmen tarihî kayıtların da gösterdiği üzere, “İsrâiliyat” adı verilen geçmiş ümmetlere ait pek çok bilgi, sonraki zamanlarda bazı hadis kaynaklarına dahi girebilmiş, sözde İsrâilî bilgi ve haberler İslâmîleştirilmişti. 

               KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR