Vaiz Muharrem DEMİR


GEÇMİŞ ÜMMETLER-2


               Nebiler Serveri, geçmiş ümmetlere dair anlattığı bu kıssaları genelde, “Peygamberlerden bir peygamber”, “Krallardan bir kral vardı.”, “Sizden önceki ümmetlerde bir adam vardı.” gibi kıssamasal anlatım girişleriyle aktarırdı.

               Tıpkı Kur’an’da olduğu gibi İsrâiloğulları peygamberi Hz. Musa, Peygamber Efendimizin isim vererek hakkında en fazla bilgi aktardığı peygamber idi. Bazen de Hz. Peygamber’in, İsrâiloğulları’na mensup bazı kişileri açıkça belirttiği olurdu. Bunlardan birinde Resûlullah, “İsrâiloğulları’ndan elKifl adında biri vardı...” diye başlamış ve günah işleme konusunda Allah korkusu taşımayan bu kimsenin kıssasını anlatmıştı. 

               Şüphesiz bu anlatılarda Yüce Peygamber, farklı amaçlar güdüyordu. Bazen câhiliye döneminde yaygın olan ve İslâm’ın özüne uymayan geçmiş ümmetlere ait hikâyelerin önüne geçiyor, bazen de geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin mücadelelerinden ve sabırlarından söz ederek karşılaştıkları zorluklara karşı ashâbının şahsında ümmetinin kuvve-i mâneviyesini artırmaya çalışıyordu. Hatta bu mânevî teşvik, geçmiş peygamberlerin başlarına gelen zorluklardan söz edilerek zaman zaman Kur’an’da özel olarak Peygamberimiz için genelde de bütün Müslümanlar için yapılıyordu. Kur’an’da bazen bu,“Ashâb-ı Uhdûd”  ve “Ashâb-ı Kehf” örneklerinde olduğu gibi geçmiş ümmetlerden bazılarının imanlarını koruma adına olan mücadele azimleri öne çıkarılarak yapılıyordu.

               Resûl-i Ekrem de bir yandan geçmiş ümmetlerden bazılarının güzel işlerini anlatıp sahâbîlerin mücadele azimlerini güçlendirirken, diğer yandan da İsrâiloğulları başta olmak üzere geçmiş ümmetlerin yaptıkları bazı hatalı davranışlara ve taşkınlıklara işaret ediyor ve böylece Müslümanların bunlardan ibret almalarını dolaylı olarak tembihlemiş oluyordu.

               Buna göre İsrâiloğulları’nda meydana gelen en önemli kusurun, bazılarının Allah’ın haramlarını işleyenleri uyardıkları hâlde onlarla bir arada bulunup yiyip içmekten sakınmamaları olduğunu haber vermiştir. Nitekim Kur’an’daki pek çok âyette de İsrâiloğulları başta olmak üzere geçmiş ümmetlerin hata ve taşkınlıklarından söz edilmiştir. Böylece Allah Resûlü, hem bir tarih bilinci oluşturmayı hem de toplumların yükseliş ve düşüşüne ilişkin Allah’ın değişmez yasalarının tüm Müslümanlar tarafından iyice kavranmasını istemiştir. Bu da hiç şüphesiz ashâbın şahsında Müslümanların geleceğe dönük ümitlerini artırıcı bir etki yapmıştır. Zira bir toplumun geçmişi onun belleği, belleği ise onun kimliğidir. Belleğini kaybeden bir toplum, kimliğini de kaybeder. Geçmişten bugüne yani “mazi”den “hâl”e o toplumun kimliğini inşa eden ne varsa, onların unutulmaması gerekir. İşte geçmiş ümmetlerle ilgili Kur’an ve sünnette yer alan bilgi, kıssa ve meseller, İslâm toplumunun geçmiş tecrübeden ders almasını sağlayan unsurlardandır.

               Toplumsal değişimleri düzenleyen ve Kur’an dilinde “sünnetullah” adı verilen yasalarda değişim olmaz. Bu kıssaların bir diğer amacı da Müslümanların geçmiş ümmetlerin yolundan gidebileceklerini, geçmiş ümmetler için geçerli olan sünnetullahın bugün de geçerli olduğunu hatırlatmaktır. Geçmiş ümmetlerin başına gelenleri bilmek bu yönüyle bizim için de önemlidir. Onların, sadece “eskilerin masalları” olarak dinlenip anlatılması değil aynen Kur’an’da tembihlendiği ve Peygamber Efendimizin de yaptığı gibi ders ve ibret almak ve aynı hataya düşmemek amacıyla anlatılıp anlaşılması gerekir.

               Kur’an’da zikri geçen peygamberlerin çoğu, Ehl-i kitap içinde yer alan İsrâiloğulları’na mensuptu. Yüce Nebî’nin Medine döneminin başlangıç yıllarında kendisine emir gelmeyen hususlarda zaman zaman Ehl-i kitaba muvafakat etmekten hoşlandığı bilinmektedir. Nitekim Medine’ye hicretten sonra Allah Resûlü, Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görmüş, bunun sebebini sorduğunda kendisine, bu günün Allah’ın İsrâiloğulları’nı düşmanlarından kurtardığı önemli bir gün olduğu ve Hz. Musa’nın da bu günü oruçlu olarak geçirdiği haber verilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Yahudilere, “Biz, Musa’ya (onun sünnetini ihya etmeye) sizden daha lâyığız.” diyerek bu günde oruç tutmuş, ashâbına da oruç tutmalarını emretmişti. 

               Peygamber Efendimizin, “...Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’an’ı indiren (Allah’ım)!” diye dua ettiği de olurdu. Zira Kur’an’da da Ehl-i kitap ile müşrik / putperestler arasında belli bir farklılık ortaya konuyordu. Hatta bazı uygulamaları övülüyordu. Örneğin, Tevrat’ta mevcut olan, su ile temizlik yapma hükmünü uygulayan Kubâ halkı Kur’an’da övülmüş, Resûlullah da Kubâ’ya geldiğinde bunun sebebini onlardan öğrenmişti. 

               Hz. Peygamber bununla birlikte sahâbîlerin, önceki dinlerin tahrif edilmiş kitaplarını okumalarını hoş karşılamıyordu. Zira Yahudi ve Hıristiyanlardan bir kısmı, bu ilâhî vahiyleri değiştirmişlerdi. Bu değiştirme işlemi de daha ziyade her peygamberin etrafında bulunan havârilerden sonraki nesillerin, yapmadıklarını söylemeye, emrolunmadıklarını da yapmaya başlamalarıyla olmaktaydı. 

               Şu hâlde peygamberlerin bildirilerinin korunmasında bu bildirileri koruyup gözetecek ve sonraki nesillere öncekilerden işittiği şekilde aktaracak nesillerin (sahâbe, havâriler) var olması önem arz ediyordu. Kur’an ve sünnet kaynağını titizlikle muhafaza eden bu ümmetin üstünlüğü de buradaydı. Bununla birlikte, “Biz Kur’an okur, çocuklarımıza da okuturken ve onlar da kıyamete kadar çocuklarına okutacak iken ilim nasıl kaybolur?” diye soran Medine’nin bilge kişilerinden Ziyâd b. Lebîd’e Hz. Peygamber, Müslümanların geleceğine yönelik şu önemli uyarıyı yapmaktaydı: “Yahudi ve Hıristiyanlar Tevrat’ı ve İncil’i okudukları hâlde içindekilerden faydalanmayan kişiler hâline gelmediler mi?” (İbn Hanbel, IV, 160) 

               Rivayetlerden anlaşıldığına göre, buna benzer sorular Kutlu Peygamber’e farklı vesilelerle soruluyor ve her defasında o, vurgulu bir şekilde Yahudi ve Hıristiyanların şahsında ilmin geçmiş ümmetlerden kaldırılmasının, ya âlimlerin dinin içini boşaltacak yanlış yorumlamaları ile veya o dini yorumlayacak gerçek âlimlerin ortadan kalkmasıyla olduğunu haber veriyordu. Böylece Müslümanlara Kur’an’ı yorumlarken titizlik göstermelerini öğütlüyordu.

               Geçmiş ümmetlerin haberlerinin İslâm kültürü içerisinde yaşaması, bazı hikâyelerin doğrudan doğruya ana kaynaklar olan Kur’an ve sünnette yer alması, bazılarının ise Ehl-i kitaptan iken sonradan Müslüman olan râviler tarafından aktarılması, bir yandan tarih bilincini diri tutarken bir yandan da Müslümanlara has bir kültürün oluşmasına katkıda bu lunmuştu.

               Bu kıssalar sayesinde sahâbe nesli başta olmak üzere sonraki Müslüman nesiller şunu öğrenmekteydi: İslâm, tarihin bir döneminde Rahmet Peygamberi tarafından icat edilen bir din değildi. Kur’an, kendisinden önceki kitapları doğrulayıcı ve tahrif edilen yönleri tashih edicidir. Dolayısıyla Kur’an ve sünnette geçmiş ümmetlerin kıssa ve meselleri anlatılırken yeni oluşan Müslüman toplumun aslında tarihin başından beri süregelen o biricik “dîn” in o zamandaki en doğru, en haklı ve en lâyık takipçileri oldukları tasavvuru yerleştirilmiştir. Bu yapılırken de bu kıssalardaki dil ve üslûp sayesinde, Müslüman topluma aynı zamanda bir tarih felsefesi ve tarihî olaylar ışığında günü okuma yöntemi kazandırılmaya çalışılmıştır.

               İslâm öncesi din ve kültürleri kastetmek üzere kullanılan “geçmiş ümmetler” tabiri, pek çok alt konuları içeren genel bir ifadedir. Kur’an’da “öncekiler”, “onlardan öncekiler”, “sizden öncekiler” ve “el-kurûnu’l-ûlâ” (geçmiş nesiller) şeklinde geçen ifadeler ile İslâm öncesi dönemde yaşamış halklar ve kavimler kastedilir. Bunlar arasında en önemlileri, ilâhî vahye dayanan en önemli iki dinin muhatapları olan “İsrâiloğulları”dır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in, “sizden öncekiler” ifadesi ile kastettiği Yahudiler ve Hıristiyanlardır.

               Bunların dışında ilâhî vahiyle irtibatları konusunda kesin bilgi bulunmayan değişik din ve kültürlerin varlığı da bir gerçektir. Bazı yorumlara göre Kur’an’daki, “zübüri’l-evvelîn”  ifadesinden hareketle, bunların bazılarının ilâhî kaynaklı olabileceği ifade edilmiştir. Bu itibarla ifade en geniş anlamıyla değerlendirildiğinde geçmiş ümmet ve milletler tabiri ile Hz. Âdem’den sonra insanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Hz. Nuh’un üç oğlu Hâm, Sâm ve Yâfes’in soyundan gelen milletlerin tamamının kastedilmekte olduğu söylenebilir.

KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM 

YAZARLAR