Vaiz Muharrem DEMİR


HAKLARA RİAYET: Her Hak Sahibine Hakları Verebilmek-2


               Hz. Peygamber, ibadete düşkünlüğünden dolayı Abdullah'ı çok severdi. Bir müminin ibadet etmesi ve bu şekilde kulluk bilincini ortaya koyması şüphesiz her türlü övgünün üstündeydi ama her şeyin de bir ölçüsü vardı. Abdullah devamlı oruç tutmakta, gece gündüz demeden namaz kılmaktaydı. Bu sebeple günlük hayatın gereklerini yerine getirmiyor, eşini ve çocuklarını ihmal ediyordu. Durumu haber alan Allah Resûlü onunla konuşmak istedi: “Hiç ara vermeden, peş peşe sürekli oruç tutuyor, geceleri de sürekli namaz kılıyormuşsun. Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde gözünün hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var. Bazı günler oruç tut, bazen tutma. Namaz kıl, uykunu da uyu. On günde bir oruç tutsan, diğer dokuz gün için de sevap alırsın.” Abdullah hemen atıldı: “Yâ Resûlallah! Ben dediklerinden daha fazlasını yapabilecek kadar güçlüyüm!”

               Resûlullah, “O zaman Dâvûd Peygamber'in orucu gibi oruç tut.” dedi. Abdullah sordu: “Dâvûd Peygamber nasıl oruç tutardı ki Ey Allah'ın Resûlü?” Resûlullah, “Dâvûd Peygamber bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman da kaçmazdı.” cevabını verdi. Abdullah, bu cevap karşısında biraz irkilmiş, Cenâb-ı Peygamber'in kastettiği noktaya gelmişti: “(Böyle oruç tutup takatsiz kalınca) kim savaştan kaçmamamı garanti edebilir ki!” Bu itiraf üzerine Peygamber Efendimiz zaman zaman yaptığı gibi, konunun iyice anlaşılması için sözünü üç kere tekrarladı ve şöyle dedi: “Hiç ara vermeden, sürekli, her gün oruç tutan, oruç tutmuş sayılmaz.” (Müslim, Sıyâm, 186)

               “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) âyetinde de dikkat çekildiği üzere ibadet, insanın varlık sebebidir. Buna rağmen Allah Resûlü, böylesine önemli olan ibadetin, belirli ve insanın gücüne göre tespit edilmiş ölçüler içinde yerine getirilmesini istemiştir. Bu şekilde, ferde verilen sorumluluklara bir sınırlama getirilerek, insanın yaratılış gayesi olan kullukla beraber temel haklardan feragat edilemeyeceğine ve hakların özünün korunması gerektiğine işaret edilmiştir.

               İslâm'a göre din, ırk, cinsiyet ve millet farkı gözetmeksizin her insanın doğuştan sahip olduğu en önemli hakkı şüphesiz ki hayat hakkıdır. Aslında bu hak, daha ana rahminde “canlı bir organizma” denilecek aşamada başlar. Tıbben herhangi bir zorunluluk olmadıkça, o ceninin de hayat hakkı vardır ve kürtaj gibi dışarıdan bir müdahale ile onun yaşama hakkı engellenemez. Sonra insan, doğumundan itibaren, bu hayata gözünü açar açmaz iyi bir bakım, güzel bir isim, terbiye, kendisine miras olarak intikal eden malların korunması gibi çeşitli haklara sahip olur. Bu ilk adımında insan, her bakımdan alıcı konumundadır. Zira sorumlu/yükümlü olabilmesi için akıllı ve ergin olması gerekir. Kişi, çocukluk dönemini atlatıp iyi ile kötüyü, kâr ile zararı birbirinden ayırabildiği yaşa ulaştığı zaman, haklarıyla birlikte bütün sorumluluklarını da yerine getirmeye başlar. Bu duruma geldiğinde ise insanın, hak ve sorumluluklardan birini yerine getirip diğerini ihmal etmemesi gerekir

               Allah Teâlâ, “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.” (Mâide, 5/32) buyurarak bu hakkın her şeyden önce gelen temel haklardan olduğunu bildirmiştir.

               Hayat hakkı yanında, mal mülk gibi maddî değerlerin; izzet, şeref ve namus gibi kişilik değerlerinin korunması da temel haklardandır. Nitekim Hz. Peygamber bütün insanlığa hitaben şöyle buyurur: “(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde, bu (arefe) gününüz nasıl saygın ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namuslarınız) da aynı şekilde saygın (dokunulmaz)dır.” (Buhârî, İlim, 9)

               Bilinçli bir Müslüman için hak, her yerde ve her zaman arzulanan, ihlâli karşısında ise savunulması gereken bir temel değerdir. Allah Resûlü, zalim yöneticiye karşı hakkı söylemeyi, en faziletli cihad olarak nitelemiştir. Bu yüzdendir ki hakkın muhafazası adına Müslümanlar, gerektiğinde canlarını ve mallarını ortaya koymaktan çekinmezler. İslâm, gerek Allah'ın gerekse insanın haklarına o kadar önem vermiştir ki bu uğurda gösterilecek her türlü çabayı övmüş; can, mal, aile ve din gibi değerleri savunma uğrunda hayatını kaybeden kişiyi şehit kabul etmiştir. Peygamber Efendimizin belirttiğine göre, sabrederek, ecrini Allah'tan umarak, savaş meydanından kaçmaksızın ileri atılarak cihad eden kimse şehid olduğunda Allah Teâlâ tarafından günahları bağışlansa da üzerinde kul hakkı olması hâlinde bu borç affolunmaz. Dolayısıyla kişi bir başkasının hakkını ödemediği sürece tam olarak arınamaz.

               Bir gün, Yahudi olduğu söylenen bir adam, Peygamber Efendimize borç verdiği deveyi kaba bir tavırla ister. Onun bu tavrını beğenmeyen ashâbdan bazıları onu paylamak isterler. Ancak Kutlu Nebî, “Hak sahibinin, söz söyleme hakkı vardır.” (Müslim, Müsâkât, 120) buyurarak adamın bu tavrını anlayışla karşılar ve ashâbının ona karşı koymasını da engeller.

Diğer insanların hakları söz konusu olduğunda şüphesiz, ailenin temeli olan karı kocanın birbirlerine karşı olan hakları özel bir yere sahiptir. Zira huzur, sevgi ve güvenin kaynağı olan ailede eşlerin birbirlerine karşı hakları ve sorumlulukları olduğu, Allah Teâlâ tarafından bildirilmiştir. Bu hakların en önemlilerinden biri, Allah'ın varlığının delillerinden olan sevgi ve merhametin temini, bir diğeri de iyi geçimdir. Allah Resûlü de Veda Hutbesi'nde bu haklar üzerinde özellikle durmuş ve şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Sizin, hanımlarınızın üzerinde haklarınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin hanımlarınız üzerindeki hakkınız, hanımlarınızın namuslarını muhafaza etmeleri ve hoşlanmadığınız kimsenin evinize girmesine izin vermemeleridir. Dikkat edin! Hanımlarınızın sizin üzerindeki hakkı onların giyim ve gıda ihtiyaçlarını güzelce karşılanmasıdır.” (İbn Mâce, Nikâh, 3) Ayrıca kadınların özel hakkı olan mehrin erkek tarafından verilmesinin gerekli olduğunu da bildirerek kadınların sosyal haklarının teminat altına alınmasını sağlamıştır. Elbette bu maddî hakların yanı sıra kadınlar saygı ve merhamet görme, bedenen ve ruhen desteklenme, ilgi ve sevgi bulma gibi mânevî haklarına da Peygamberimizin öğretileri ile kavuşmuşlardır.

 

               Ailenin süsü olan çocukların da şüphesiz hakları vardır. Yüce Mevlâ, çocukların doğumdan itibaren bakılıp büyütülme hakkının olduğunu bildirmiştir. Allah Resûlü bir aile reisine, “Çocuğunun senin üzerinde hakkı var.” (Müslim, Sıyâm, 183) buyururken de bunu kastetmiştir. Çocuklar ailedeki kardeşleriyle eşit imkânlara sahip olma, korunup gözetilme, dinî âdâb ve terbiye ile büyütülme hakkına da sahiptirler.

 

               Aile içinde bu haklara sahip olan çocuklar da anne babalarına karşı sorumluluk içinde olurlar. Gerçi Resûl-i Ekrem'in de ifade buyurduğu gibi, “Bir evlâdın anne ve babasının hakkını ödemesi gerçekten zordur.” (Tirmizî, Birr, 8) Ama yine de Peygamber Efendimiz anne babaya iyilikte bulunmayı ve onlara karşı saygısızlıktan sakınmayı ısrarla tavsiye ederek ebeveynin haklarına dikkat çekmiştir. Çünkü, “Rabbin hoşnutluğu anne babanın hoşnutluğuna, O'nun öfkesi ise anne babanın öfkesine bağlıdır.” (Tirmizî, Birr, 3)

 

               Anne baba dışındaki akraba haklarına da gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Çünkü Allah Resûlü bu konuda, “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse akraba ilişkilerini sürdürsün.” (Buhârî, Edeb, 85) buyurmuştur. Yine akrabası kendisine iyililik yapmayı kestiği hâlde onlara iyilik yapmaya devam eden kişileri öven ve “Akrabalarla ilişkiyi kesen kimse cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11) buyuran Sevgili Peygamberimiz, konunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.

 

               KAYNAK : HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR