Vaiz Muharrem DEMİR


HASBİLİK : Durumda Allah’ın Rızasını Gözetmek

“...Güzel davranışlarda dünyevî bir karşılık beklemeden, sadece Allah rızasını gözetmek.” mânâsına gelen hasbîlik, zor ve sıkıntılı durumlarda Allah’ın kendisine yardımcı olarak kâfi geleceğini bilmek, bu bilinçle gösterilen sabır karşılığında Allah’ın ecrini ummak demektir. Başka bir ifadeyle “hasbîlik”, her türlü şahsî çıkar ve menfaatten uzak durulması, her işin, gönüllü olarak ve yalnız Allah için, O’nun hoşnutluğunun elde edilmesi için yapılmasıdır...."


                 Allah’ın sevgisine mazhar olmaktan daha güzel bir şey olabilir mi! Bir insanın, Allah’ın sevgisini elde etmesini sağlayan ulvî duygu ve davranış nedir ve bu nasıl elde edilir? Allah Resûlü’nün dilinde bu üstün duygu ve davranış, “hasbîlik”ten başka bir şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle anlatıyor: “Adamın biri, başka bir köyde yaşayan kardeşini ziyaret etmek için bir gün evinden çıktı, yola koyuldu. Derken Yüce Allah onun yoluna bir melek çıkardı. Melek, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Adam, "Falancayı ziyarete." diye cevapladı. Melek, "Yakının olduğu için mi?" diye sordu. Adam, "Hayır." deyince, melek, "Peki, ona bir iyilik borcun mu var?" diye sordu. Adam yine, "Hayır." dedi. Melek, "O hâlde ona niye gidiyorsun?" diye sorunca adam, "Ben onu, izzet ve celâl sahibi Allah için seviyorum da ondan." ” diye cevap verdi. Bunun üzerine melek şöyle dedi: "Ben, o kişiyi Allah için sevmenden dolayı, izzet ve celâl sahibi Allah’ın da seni sevdiğini (bildirmek üzere) Allah’ın (cc) (gönderdiği) bir elçisiyim.” (İbn Hanbel, II, 509)

                “Güzel davranışlarda dünyevî bir karşılık beklemeden, sadece Allah rızasını gözetmek.” mânâsına gelen hasbîlik, zor ve sıkıntılı durumlarda Allah’ın kendisine yardımcı olarak kâfi geleceğini bilmek, bu bilinçle gösterilen sabır karşılığında Allah’ın ecrini ummak demektir. Başka bir ifadeyle “hasbîlik”, her türlü şahsî çıkar ve menfaatten uzak durulması, her işin, gönüllü olarak ve yalnız Allah için, O’nun hoşnutluğunun elde edilmesi için yapılmasıdır.

                Sırf Allah Teâlâ’nın rızasını gözeten ve O’nun hoşnut olduğu amellere yönelen bir Müslüman, çevresine şirin görünme kaygısı taşımaz. Hatta bazı insanlar hoşlanmasa da o, Allah’ın hoşnutluğunu esas alır. Bu durumda Cenâb-ı Hak elbette onu zor durumda bırakmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz, "Kim (bir konuda) insanlar kendisine buğzetse dahi, (o konuda) Allah’ın rızasını ararsa, Allah da insanların vereceği sıkıntıdan onu kurtarır. Kim de Allah’ın hoşnut olmayacağı (bir konuda) insanların beğenisini elde etmek isterse, Allah onu o insanlar’ın insafın)a terk eder." (Tirmizî, Zühd, 64) buyurmaktadır.

                Birçok âyet ve hadiste, “dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk yapılması” yani ibadet ve amellerin gösterişten, riyadan uzak tutulması emredildiğine göre, hasbî davranan için en büyük karşılık cennet ve nimetlerinden önce Rabbin rızasıdır. Bir hadiste, “Niyeti olmayanın ameli nasıl makbul değilse, burada Allah rızası için olmayan (karşılığı Allah’tan beklenmeyen) amelin de sevabı yoktur.” buyrulmaktadır. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 76)

                İnananları en yüce mertebeye, Allah’ın rızasına ulaştıran hasbîlik, insanları Allah’a davet uğrunda büyük sıkıntılara maruz kalan birçok peygamberin dilinde en değerli ifadesini bulmuştur: “Buna (tebliğ görevime) karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.” (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180) Yine Rahmet Elçisi’ne (sav), “Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’âm, 6/162) demeyi telkin eden ilâhî öğüt de hasbîliğin en güzel özetidir.

                Gerçek anlamda hasbî olan insan, hem toplum içinde, hem de yalnız başına kaldığı zamanlarda her işinde ilâhî rızayı dikkate alır ve Allah Resûlü’nün şu sözünü düstur edinir: “...Allah ancak samimiyetle ve kendi rızası gözetilerek yapılan işleri kabul eder.” (Nesâî, Cihâd, 24) Nitekim Sevgili Peygamberimiz, bu çerçevede, sadece sürüsüyle ve tabiatla baş başa olduğu hâlde namazını ihmal etmeyip güzelce eda eden bir çobanın mazhar olduğu ilâhî iltifatı şöyle dile getirmektedir: “Rabbiniz der ki; "Şu kuluma bir bakın! Sırf benden sakınarak ezanını okuyup namazını kılıyor, ben de onu affettim ve cennetime koydum."” (Nesâî, Ezân, 26)

                Allah Resûlü bir başka hadisinde de, “Müslüman bir kul Allah’ın rızasını umarak namaz kılarsa, tıpkı ağaçtan yaprakların döküldüğü gibi günahları dökülür.” buyurmaktadır. (İbn Hanbel, V, 180) Sadece “Allah için” olduktan sonra, namazın kendisi gibi, uğruna atılan adımlar da büyük bir ecir kaynağıdır. Yeter ki bu adımlar ilâhî rızayı kazanma amacıyla atılsın.

                Bazı ibadetler vardır ki onlarda gösterişe mahal yoktur. Hasbîliğin en bariz şekilde ifadesini bulduğu bu ibadetlerin başında oruç gelmektedir. Zira oruçlunun, tenhada bir bardak su içmesine veya gizlice gidip bir şeyler yemesine kimse engel olamaz. Ancak o, aç da kalsa susuz da kalsa buna sırf Rabbi için katlanır. Burada gösterişe yol açabilecek bir husus da yoktur. Çünkü oruçlunun ne kadar aç ve susuz olduğunu sadece Allah bilir. Bu yüzdendir ki, Yüce Allah, “Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben veririm. (Çünkü oruç tutan kimse) nefsî arzularını, yemeyi ve içmeyi sırf benim için terk eder...”  (Buhârî, Tevhîd, 35) buyurmaktadır.

                Başta namaz ve oruç olmak üzere her ibadetin “kulluk bilinciyle” yerine getirilmesi hasbîlik esasına dayanır. Ancak bazı amellerde hasbîliğin önemi daha da artmaktadır. Örneğin Peygamber Efendimiz, sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek derecede yardımlaşma hususunda gizliliğe riayet edenleri Allah Teâlâ’nın mükâfatlandıracağını bildirmektedir. Resûlullah’ın (sav) verdiği bu mesaj, hayırda yarışın, zaman zaman “isim yapma” ve “etiket” yarışına dönüştüğü günümüzde ayrı bir önem arz etmektedir.

                Reklam ve rant kaygısı taşıyan hayırların, sözde hayır sahibine mânevî açıdan neler kaybettireceğini açıklamaya gerek yoktur. Şu hâlde gerçekten iyilik yapmak isteyen birisi, bunu hiç kimseye duyurmadan yapmanın yollarını pekâlâ bulabilir. Tıpkı ensardan bazı hayırsever Müslümanların Medine’de Hz. Peygamber’in rahle-i tedrisinde eğitim gören Suffe ashâbı için bahçelerinden topladıkları hurmaları getirip Mescid-i Nebî’nin duvarına asmaları örneğinde olduğu gibi, Allah rızası için muhtaçlara yardım etmek isteyenler, topluma ifşa etmeden bunu yapmanın yollarını aramalıdır. Elbette açık da olsa gizli de olsa yapılan hayırların karşılığı Allah katındadır. Hasbî olmak, her şeyden önce içten olmayı gerektirdiğine göre ticarî veya siyasî gayelerle, dünyevî amaçlarla yapılan hayırların Allah nezdinde bir değerinin olmayacağı açıktır. İyi niyetli bazı hayırseverlerin, yaptıkları hayırları, reklam amacı taşımaksızın topluma duyurmasında ise, iyiliğe teşvik edici bir unsur olması bakımından bir sakınca olmadığını da burada belirtmekte yarar vardır.

                Yalnızca Allah’ın sevgisini kazanmak üzere salih amel işlemeyi veya ibadetlerde sadece O’nun hoşnutluğunu elde etme niyetini ifade eden hasbîliğin bir başka boyutu da müminin zorluklar karşısındaki duruşunda kendini gösterir. Şöyle ki hasbî olan mümin, bir musibetle karşı karşıya kaldığında bunun bir imtihan olduğunu ve Allah’ın bilgisi ve takdiri dâhilinde gerçekleştiğini, buna sabrettiği takdirde de ödüllendirileceğini bilir. Bu durumda hasbîlik, sabrı, kuru bir teslimiyetten çıkarıp erdemli bir duruşa dönüştüren duygudur. Diğer bir ifadeyle hasbîlik, Allah katında bir karşılığı olduğunu bilerek sabretmektir. İlâhî imtihan gereği açlık, korku, can ve mal kaybı gibi çeşitli sıkıntılara maruz kalıp gösterdikleri sabır karşılığında cennetle müjdelenen müminlere rahmet kapılarını açan şey, başlarına bir bela ve musibet geldiğinde, “Biz Allah’a aidiz, yine O’na döneceğiz.” diyerek Yüce Yaratıcı’nın takdirinin her şeyin üstünde olduğunu kabul etmeleridir. Nitekim Nebî (sav) bir musibetle karşılaşan mümine bu âyeti okuduktan sonra şu duayı yapmasını öğütlemiştir: “...Allah’ım! başıma gelen musibetin / acının mükâfatını senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir." (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 17-18)

                Müslüman, hastalık ve ölüm gibi hayatın acı ve hüzün verici gerçekleriyle karşılaştığında sabrederek ve hasbî bir tutum sergileyerek hem inancını muhafaza eder, hem de acılarına karşı daha dirençli olur. Rahmet Peygamberi, kendisine birini göndererek oğlunun ölmek üzere olduğunu haber veren kızı Zeyneb’e, bir aracı vasıtasıyla şu nasihatte bulunmuştu: “Allah’ın aldığı da verdiği de O’nundur. O’nun nezdinde her şeyin süresi belirlenmiştir. (Kızıma) söyle, sabretsin ve bu sabrının Allah katında bir karşılığı olduğunu bilsin.” (Buhârî, Cenâiz, 32) Yüce Allah kulunun zorluklar karşısındaki bu hasbî tutumunu âhirette elbette karşılıksız bırakmayacaktır. Allah Resûlü tam da bu noktada, yakalandığı veba hastalığına hasbî bir ruh hâliyle sabrederken vefat eden müminin şehit sevabı alacağını belirtmiş, ailesinden en sevdiği kişilerden birini kaybettikten sonra buna sabrederek ecrini Allah’tan isteyen kişinin ve görme yeteneğini yitirdikten sonraAllah katında bir karşılığı olduğunu bilerek bu duruma sabreden mümin kulların cennetle mükâfatlandırılacağını ifade etmiştir.

                Hâsılı, bütün insanlar nihayetinde Allah’a döneceklerine göre, mümin insan, hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmış olarak O’na kavuşmayı ümit etmelidir. Müslüman, hayatı boyunca huzurlu bir şekilde Rahmân’a kavuşmanın hesaplarını yapmalı ve davranışlarının “Allah için” olmasını prensip hâline getirmelidir. İnsanları severken de onlara iyilik yaparken de kısacası bütün güzel duygu ve davranışlarında maddî bir karşılık elde etme veya birilerine şirin görünme kaygısı taşımamalıdır. Yaptığı hiçbir iyiliğin boşa gitmeyeceğinin bilincinde olan mümin, hastalık, ölüm gibi musibetlerle karşı karşıya kaldığı zor anlarda göstereceği sabrın da Allah katında mükâfatının olacağını unutmamalıdır.

                KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR