NİYAZİ UYAR

Tarih: 24.02.2025 11:32

HAZAN MEVSİMİ

Facebook Twitter Linked-in

 “Güz mü geldi, neden sarardı benzin,” diyor sanatçı. Güz ara mevsimdir, yani yazdan sonra, kıştan önce gelen ara mevsim. Öyle bir mevsimdir ki, hâkim renk yeşil yerine, sarının, kahverenginin tonlarca tonuna isabet edersiniz. Kah-verengi, öyle bir kahverengidir öteki ağaçlardaki kahverengiye benzemez, sarının da öyle. Hiçbir ressam tualinin üstüne ne bu kahverengiyi ne sarıyı boyayamaz. Yeşilden sarı-ya, sonra kahverengiye dönen yap-raklar, tutunduğu dallardan bir bir kopup yere doğru düşer, kimi yaprak daha havada, kimi yere düştük-ten sonra bir esintiyle yakına, uzağa savrulup gider. Savrulup giden yalnızca ağaçtan kopup gelen yaprak değil ki, o savrulup giden kırk beş yıldır, yürek kafesine hapsettiği Osman Bey’in at oynattığı diyarların tek gamzelisi, kaymakam koruması Hasan Efendi’nin iki numarası, çıt kırıldım Şadiye’sidir de.

Bu mevsim onun gibi yaştaş-ları için de hazan mevsimidir. Bu hazan mevsimi, yaprakları dalından alarak, onları donanımsız bırakıverir. Donanımsız kalan ağaçlar, baharın, yazın güzelliklerine elveda diyeli, o da Osman Bey’in oynattığı diyarların Mavili’siyle “Eşkıya Dün-yaya Hükümdar Olmaz,” diye sesi sesinde, nefesi nefesinde özgürlük türkülerini, sevda türkülerini söylerdik ya ortalıkta kimin kimsenin olmadığı anlarda.  İşte öyle ağaçların yapraksız donanımsız kaldığı gibi elsiz ayaksızız.

Yaş altmış dört olmuş, altmış dört yaşın bunalımları, altmış dört yaşın yıpranmışlığı, altmış dört yaşın doktor muhabbetleri… altmış dört yaşın oturmuş, kimi kimseye ne dün ne yarın göğüs kafesine gömülen, daha doğmadan ana karnında inisiyatif almaktan korkan edilgen kişilikle zehirleyip yok ettiğin o hakikat şimdi dermansız dertlerde… Osman Bey’in at oynattığı diyarların Tek gamzelisi nerede; hadi de bir şey? Hep bu edilgenlik sebep oldu, ne olacak, aha geldik, aha gidiyoruz, belki de ömrün son demleridir, kim bilir? Bugün bir ar- kadaşım sosyal medyada Turgut Uyar’ın bir dizesini pay-laşmış,

“Eylül toparlandı gitti, bu gidişle ekim filan da gider,”

Tesadüfün bu kadarına pes mi derler ne, bugün otuz eylül, yarın ekim bir derken, üç, beş, on, yirmi; bir bakmışız o da çıkıp gitmiş. Sonra, kasım. Ben kasımları hiç sevmem, her ne kadar da yirmi dört kasımlar benim günüm olsa da. Bu kasım yok mu, bu kasım. Bu kasım da Atam ömrünün en verimli, en güzel çağında ona çok ihtiyacımız varken, takvimlerden koparılıp atılası On Kasım’da öksüz bırakıp gitti bizi…

Hazan mevsimi, bir ağaçtan kopan her bir yaprak gibi beni de yavaş yavaş kendine çekiyor. Bak tansiyonum kontrol altına alınamıyor. Doktor Yasemin Kabasakal, tahlil üstüne tahlil, test üstüne test yaptırıyor. Agresif bir tansiyon ilaçlara bana mısın demiyor, zıplayıp duruyor, o zıplayıp durdukça beni de hop oturtup, hop kaldırıyor. Bir bakıyorsun benim şımarık tansiyon 14- 18 oluvermiş. Aynen kurban bay-ramlarında insanoğlunun ken-di için kesmek istediği dananın can havliyle bağlandığı zincirleri koparıp gitmesi gibi. “Deli danalar,” gibi sözü buraya ne de güzel yakıştı. İşte benim tansiyon da böyle, aynen deli danalar gibi zincirleri koparır-casına zıplayıveriyor birden... Yasemin Hanım’ın açlık tokluk şeker yüklemeleri, karaciğer enzimleri, Trigliserid, tiroit testleri, nörolojik testler, beyin tomografileri… Sonra, sonra ilaçlar, milaçlar, neler neler: Sinoretik, Co İrda, Sinoretik fort, Co Divon, Hyzaar Fort, İrdapin Plus…

“Bakın dedi Yasemin Hanım, üstünüzdeki ağırlıkları atın, rahat bırakın kendinizi. Özgürlük ve demokrasinin ekmek su gibi azizdir derken, kendinizi nefessiz bırakmanız, bir çelişki değil mi?”

Hazan mevsimi bu, belli mi olur, bak eğitim enstitüsündeki ev arkadaşım bu dünyaya elveda diyeli on yıl oldu. “Sen benim kıymetlimsin,” diyen, arkadaşım, kıymetlim, bel fıtığından iki aydır yataklarda. Hazan mevsimi bu, hani demiş ya şair, “birçok gidenin her biri memnun ki, yerinden” yurdundan dönmediler geri. Ya izzettin, hani yılbaşı gecelerini ilk kez aile olmanın coşkusuyla birlikte kutladığım, can kuşum akciğerin en melun hastalığı ile çekip gitmedi mi?  

Hazan mevsimi bu, da-ha kırk beş yaşında karında-şım, abim Gara Seyyah bir trafik kazası ile çekip gitmedi mi bu dünyadan? Hazan mevsimi bu. Rüzgârın önünde ora-dan oraya savrulup giden hazallar gibi sen de ben de o da savrulup gideceğiz. Hayata yeniden başlamak imkânsız, öldükten sonra öyle tekrar dünyaya gelmişi yok, reenkarnasyon dedikleri martaval insanların kafasını bulandırmaktan başka bir şey değildir. Benim somut olana, deneysel olana aklım erer; gerisi boştur. Maç bitmek üzereyken oyuncu değişikliği yapmak zamana oynamaktır, oyundan çalmaktır, değişikliğin başka bir amacı yoktur. Bu bana uyar mı, uy-maz mı hiç bilmem. Kırk ayak gibi kırk ayağım yok ki benim. Biri yokken diğeri işimi görür diyemem ki ben. Bazen “ben,” bana ağır geldiği olmuyor değil, işte o zaman kendimi taşıyamıyorum. Yere düşen her toz zerreciğinden, mutfakta gördüğüm her bula-şık tabak keyfimi kaçırır benim. Böyle olunca insan dinlenebilir mi, keyfine “yat aşa, salla şeyi diyebilir mi? İşte ben diyemiyorum, ben yarım saat aynı yerde oturamıyorum. Böyle yerinde yurdunda duramayınca da bu hazan mevsimi ağır geliyor bana.

Bu mevsim hazan mevsimi. Arkadaşım, yoldaşım, babam Kendirli Pehlivan yetmiş beş yaşında, azıcık ekonomik rahatlığa ermişken el- veda deyip gitti.

Bu mevsim hazan mevsimidir. Hazan mevsimi, altmış dördünü dolduran yalnız bana değil, zehirli gıdaları yiyen herkese hazan mevsimidir. Bu hazan mevsimi, yalnız bana değil dedim ya, bu hazan mev-simi, Emel’e, Turgut’a, Eda’ya, Nurten’e, Memet’e… değil. Bu hazan mevsimi, hemen her gün, her an, her dakika, her-kese hazan mevsimi…

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —