Vaiz Muharrem DEMİR


Her Hak Sahibine Hakları Verebilmek-1


               Nebî (sav), bir gün ashâbı ile oturuyordu. Zaman zaman yaptığı gibi onları konuşturarak sohbetine başladı: “Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâbdan söz alan biri, “Bizim aramızda müflis, malı mülkü olmayan kimsedir.” dedi. Bu cevap üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Asıl müflis, kıyamet gününde kıldığı namaz, tuttuğu oruç ve verdiği zekâtla gelir. Ancak dünyada iken şuna sövmüş, buna iftira atmış, ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş, bir başkasını da dövmüştür. (İhlâl ettiği bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı görülmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği insanların günahla rından alınarak bunun üzerine yüklenir, sonra da cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59)

 

               Âhiret gününde iflas eden insanı bu şekilde tasvir ediyordu Kutlu Nebî. Müflisin bütün çabaları boşa çıkmış, işlediği kötülükler iyiliklerini alıp götürmüş, mükâfat beklerken cezalandırılmıştı. Allah katında mükâfat kazanmak ve azaptan kurtulmak için kul haklarından arınmış olmak gerekiyordu. Nitekim sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî, Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmişti: “Kıyamet günü müminler ateşten kurtulurlar ve cennetle ateş arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Orada, dünyada iken aralarında meydana gelmiş haksızlıklar için kısas yapılır. Nihayet haksızlıklardan temizlendikleri ve pâk oldukları zaman cennete girmelerine izin verilir.” (Buhârî, Rikâk, 48) Peygamber (sav) başka bir konuşmasında, “Âhiret gününde ne altın ne de gümüş para vardır. Bu nedenle haksızlık yapanın iyilik ve sevapları varsa bunlardan alınıp hak sahibine verilir. Şayet sevabı yoksa mağdur ettiği kişinin günahlarını yüklenir.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 2) demiştir. Hesaplaşma ancak böyle tamamlanır. Allah Resûlü'nün, “Allah'ın huzuruna, hiç kimseye haksızlık yapmadan çıkmayı umuyorum.” (Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 49) şeklindeki ifadesi onun bu konudaki titizliğini gösterir.

               Kur'an'ı Kerim'de “hak”, gerçeğe uygun olan söz, doğru yol, aslına uygun inanç, bilgi, adalet, görev ve ödev, bir olayın içyüzü, doğru, gerçek, sabit gibi anlamlara gelir. Bu anlamlarından dolayı da Kur'an ve İslâm'ı ifade etmek için kullanılmaktadır. “Hak”, daha çok, “gerçeğe uymayan inanç, hüküm ve düşünceler” anlamına gelen bâtılın zıddını ifade eder. Bu kelime, varlığı kesin olan, mutlak gerçek anlamlarından dolayı Allah'ın bir ismi veya sıfatı olarak da zikredilmiştir.

               Peygamberimiz de, “Yâ Rabbi, sen Hak'sın. Vaadin de haktır. Senin sözün de haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem de haktır. Peygamberler de haktır. Kıyametin kopması da haktır.” (Buhârî, Tevhid, 35) hadisinde hak kavramını, peygamberler, cennet, cehennem ve kıyametin birer gerçek olduğunu ifade etmek için kullanmıştır. Yine, “Allah yolunda cihad eden, hürriyetini elde etmek için uğraşan ve zinaya düşmemek için evlenmek isteyen kişiye yardım etmek Allah'ın hakkıdır.” (İbn Mâce, İfk, 3) hadisinde de hak, âdeta bir “borç ya da kararlılık” anlamındadır. “Her yedi günde başını ve bedenini yıkamak, Müslüman üzerinde Allah'ın bir hakkıdır.” (Müslim, Cum’a, 9) hadisinde ise hak ifadesi “yükümlülük” anlamında kullanılmaktadır.

 

               Ayrıca hak, “kişinin yetkileri, ayrıcalıkları ve diğer varlıklara karşı sabit olan görevleri” şeklinde de nitelenebilir. Hak konusunda dikkat edilmesi gereken en önemli husus, hakkın tespiti meselesidir. İslâm düşüncesine göre, hakkı belirleyen öncelikle Yüce Allah'tır. Peygamber Efendimizin ifadesiyle, “Şüphesiz Yüce Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir...” (Tirmizî, Vesâyâ, 5) Kullara şekil ve yön veren Yüce Allah olduğu gibi, hakları ve hakların kaynağını beyan eden de O'nun gönderdiği vahiydir. Zira Kur'an'ın ifadesine göre, “Yerlerin ve göklerin mülkü Allah'a aittir.” (Tirmizî, Vesâyâ, 5) Her şeyi yaratan ve her şeyin sahibi, mâliki olan Allah, aynı zamanda hakkın da sahibi ve belirleyicisidir.

 

               Allah Teâlâ, hakları insanların istek ve arzularına göre değil, adalet ve denge prensiplerine göre belirlemiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, “Eğer hak onların arzularına uysaydı, gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi.” buyrulmaktadır. (Mü’minûn, 23/71) Hak dağılımı kişilerin veya bazı grupların elinde olsaydı çatışma, haksızlık ve dengesizlik kaçınılmaz olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ hak dağılımında insanlara verilen hakların az, yetersiz, buna karşı sorumlulukların ağır ve sıkıcı olmasını değil; fert ve toplum hayatının denge ve düzen içinde yürümesini önemsemiştir.

               İslâm düşüncesinde haklar, “Allah'ın hakları” ve “kulların hakları” şeklinde ikiye ayrılır. İlki, Allah ile insan arasındaki hakları; ikincisi ise, insanın diğer insanlarla olan hukukunu ifade eder. Modern dönemlerin en revaçtaki kavramı olan “insan hakları” yerine İslâm kültüründe “kul hakları” tabiri kullanılır. İnsan hakları sadece insan ile insan arasındaki karşılıklı hukuku ifade ederken; kul hakları önce Allah ile kul arasındaki, sonra da kul ile kullar arasındaki hukuka işaret eder. Dolayısıyla, kul hakları tabiri, içerik olarak insan hakları tabirinden çok daha geniştir. Nitekim Hz. Peygamber, Muâz b. Cebel ile yaptığı bir yolculuk esnasında Allah ile insan arasındaki bu hak ilişkisini çok veciz bir şekilde anlatır. Resûlullah, “Ey Muâz! Allah'ın kulları üzerindeki haklarını bilir misin?” diye sorar. Muâz, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” der. Resûlullah, “Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O'na ibadet etmeleridir.” buyurarak sorunun cevabını verir. Bir süre yol aldıktan sonra yine o mübarek ses işitilir: “Peki ey Muâz! Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” Muâz yine, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dedikten sonra Resûlullah, “Allah'ın onlara azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır.” buyurur. (İbn Hanbel, V, 239)

 

               Allah'ın hakları, sadece ibadetleri değil, bütün fertlerin yararını ilgilendiren toplumsal konuları da kapsamaktadır. Toplumda bir haksızlığı önlemek veya hakkı tespit etmek amacıyla Allah rızası için şahitlik yapılmasını isteyen âyetler bu kapsamdadır. Aynı şekilde toplum düzenini sağlamak için verilen cezaların da Allah hakkı olduğu kabul edilmiştir. Peygamber Efendimizin, zekâtı vermenin Allah hakkı olduğunu bildiren hadisleri de yine aynı yöndedir.

 

               İslâm, Allah'ın hakları ile kulların hakları arasında belli bir ölçü getirmiştir. Her yönüyle Müslümanlar için örnek ve ölçü olan Allah Resûlü, Allah'a karşı ibadet ve taat amacıyla da olsa, kulların haklarının ihmal ya da ihlâl edilmesini hoş görmemiştir. Nitekim Kutlu Nebî'nin, genç ve dindar dostlarından biri olan Abdullah b. Amr'a yaptığı tavsiyeler, onun bu konudaki titizliği kadar, hak kavramına verdiği önemi de göstermektedir.

 

                       KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR