Vaiz Muharrem DEMİR


HİCRET-3


            Hicret; Rabbi uğruna kişinin vatanını terk etmesinin adıydı. Vatanında dinini yaşayabilmek için her türlü eziyete katlanmasına rağmen davetini sürdürme imkânı kalmadığında, Allah Resûlü’nün yeni imkânlar aramasının adıydı.

 

            Hicret; Allah ve O’nun Sevgili Peygamberi içindi. Bu göç, gerek hicret eden gerekse de onlara kucak açanlar için samimiyetin, sadakatin ve imanın bir göstergesiydi. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “ İman edip de  Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” (Enfâl, 8/74) Buna göre hicrette aslolan niyetti. Ancak hicret edenler arasında farklı bir amaç gözetenler de vardı. Nitekim sırf Ümmü Kays adlı bir kadınla evlenebilmek amacıyla Medine yolunu tutan ve sonrasında “Ümmü Kays muhaciri” diye anılan bir adamın bu davranışı üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu: “Ameller niyete göredir. Her kişiye ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah’a ve Resûlü’ne yönelikse onun hicreti Allah’a ve Resûlü’nedir. Kimin de hicreti nail olacağı bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı ise onun hicreti, hicret ettiği şeye olur.” (Buhârî, Îmân, 41) 

 

            Hicret, onu bizzat tecrübe eden Hz. Peygamber’in ifade ettiği üzere çok çetin bir işti. Herkesin kolay kolay hakkını veremeyeceği büyük bir fedakârlıktı. Müslümanlar sırf dinlerini özgürce yaşayabilmek uğruna her şeylerini Mekke’de bırakıp başka bir diyara göç etmişlerdi. Onlar ne rahat bir yaşam ne de hicret edilen yerin zenginliğinin peşindeydi. Onlardan razı olan Cenâb-ı Hak ise kendi yolunda yapılacak olan bu fedakârlığın karşılığını şöyle müjdelemekteydi: “Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve bolluk bulur. Kim Allah ve Resûlü uğrunda evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah, çok bağışlayıcı ve esirge yicidir.” (Nisâ, 4/100)

            

            Hicret, İslâm’ın geleceği için, insanlığın hidayete ulaştırılması için gerekliydi. Nitekim hicretle İslâm, hem bireysel hem de toplumsal anlamda serbestliğe kavuşmuştu. Hicret sayesinde Hz. Peygamber bir devlet kurmuş, orada siyasî, askerî ve ekonomik bir güç olarak hâkimiyet sağlamıştı. Yine hicret vasıtasıyla İslâm, diğer toplumlara ulaşmış ve onların karanlıklardan aydınlığa çıkmasına vesile olmuştu. Bu nedenle hicretten sonraki ilk yıllarda çevre beldelerden Müslüman olanların Medine’ye, Resûlullah’ın yanına hicret etmesi zorunlu kılınmıştı. Zira Hz. Peygamber, sonucuna kefil olduğu bu hususta kendisine tâbi olunmasını istemiş ve şöyle buyurmuştu: “Bana iman edip Müslüman olan ve hicret edene cennetin kıyılarından ve ortasından birer ev verileceğine ben kefilim. Ve yine, bana inanıp Müslüman olan ve Allah yolunda cihad edene de cennetin kıyılarından, ortasından ve en üst derecesinden birer ev verileceğine ben kefilim. Kim böyle yaparsa elde etmedik bir hayır, kaçınmadık bir şer de bırakmamış olur. Nerede ölürse ölsün fark etmez.” (Nesâî, Cihâd, 19) 

            

            Huzâa kabilesinden Damra b. Îs (ya da el-Îs b. Damra) b. Zinbâ’ adlı bir adam da hasta olmasına rağmen sedye üzerinde Medine’ye hicret etmek üzere yola çıkmış fakat Ten’îm adlı yere gelince vefat etmişti. Bunun üzerine “...Kim Allah’a ve Peygamberi’ne hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” âyeti nâzil olmuştu. ( Nisâ 4/100) Güçleri yettiği hâlde Mekke’den Medine’ye göç etmeyerek bile bile müşriklerin tehdidi altında kalanlar ise Kur’an’da, “kendilerine yazık eden kimseler” olarak nitelendirilmiş ve “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” diye kınanmışlardı. Demek ki hicrette asıl olan mekân değişikliği değil neyin, nasıl ve niçin terk edildiğiydi.

 

            Hicret zorunluluğu Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Fetihle beraber ise Allah Resûlü, “Fetihten sonra hicret yoktur ancak cihad ve niyet vardır. Cihada çağrıldığınızda derhâl katılın!” (Buhârî, Cihâd, 1) buyurarak hicretin maddî anlamda göç etme kısmının sona erdiğine işaret etmiştir. Fakat Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra hicret zorunluluğu ortadan kalktığı hâlde Mekke’ye dönmemiştir. Böylece o, Medine’nin yardımsever Müslümanlarına karşı vefasızlık etmemiş ve orada kalıcı olduğunu göstermiştir. Kendisi ve Mekkeli muhacirler için yaptıkları fedakârlıkları nedeniyle onları takdir etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer hicret olmasaydı ben mutlaka ensardan biri olurdum. Eğer insanlar bir dere ya da dağ yoluna girseler, ben ensarın gittiği dere veya dağ yoluna girerdim.” (Buhârî, Temennî, 9) 

 

            İşte müminlerin imanlarıyla imtihan edildiği bu göç, İslâm’ın insanlığa ulaşmasına vesile olan en önemli olaydır. Bu nedenle Mekke’de geçen on üç yıldan sonra İslâm’ın geleceği açısından bir dönüm noktası olan hicret, Müslümanlar için yeni bir başlangıç olmuştur. Bununla birlikte hicretin her zaman ve mekânda devam eden mânevî bir boyutu vardır. Zira Sevgili Peygamberimiz, “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların selâmette olduğu (zarar görmediği) kimsedir. Muhacir de Allah’ın yasakladığını terk eden kimsedir.” (Buhârî, Îmân, 4) buyurarak buna dikkat çekmiştir. Allah Teâlâ’nın, “Onların (müşriklerin) söylediklerine katlan ve onlardan güzellikle ayrıl.” (Müzzemmil, 73/10), “Kötü şeyleri terk et!” (Müddessir, 74/5) emirleri gereği hicretten önce Resûlullah’ın, kötülüklere karşı olan tutumu da aslında bundan ibarettir. Bu yüzden hicret, ister yaşadığı yeri ister günahları, kötülükleri terk etmek anlamında olsun kıyamete kadar sürecek bir olgudur. Nitekim Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: “Tevbe sona ermedikçe hicret de sona ermez. Güneş battığı yerden doğmadıkça da tevbe sona ermez.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 2)    

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM   

YAZARLAR