Tarihimizin son 150 yıllık dönemini, çok iyi bilmek zorundayız. Sadece biz değil, özellikle devleti yönetenler ziyadesiyle iyi bilmek zorundadır. Çünkü tarihimizin üç büyük felâketi, bu 150 yıl içerisinde yaşanmıştır.
Birincisi 1877–78 Osmanlı Rus savaşıdır. Tarihe 93 harbi olarak geçen bu savaşta, büyük toprak kaybı yaşadık. İkincisi 1914 Balkan harbidir. Harpten öte, yaşananlar tam bir Balkan faciasıdır. Üçüncüsü 1. Dünya harbidir.
Bu savaşlarla ilgili, geniş bir açıklamaya giremiyorum. Ancak iyi bilinmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken savaşlardır. Çünkü biz Millî Mücadeleyi, bu felâketlerin neticesinde yaptık ve başarılı olduk.
Yedi düvelin üzerimize çöktüğü, Anadolu’yu paylaşma hesapları yaptığı bir hengâmeden, dünyaya örnek olacak bir mücadeleyle çıktık. Cumhuriyeti bir mucize eseri olarak kurduk.
Anadolu’yu işgal edenler, Türk’ün Mustafa Kemal önderliğindeki bu başarısını asla kabul edemediler. Daha doğrusu, içlerine sindiremediler. İkincisi; Anadolu coğrafyasının stratejik ve jeopolitik öneminden dolayı, gizli emellerini hiçbir zaman geri plâna itemediler.
Netice itibarıyla; Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı, o günden itibaren elleri hep üzerimizde oldu. Birliğimizi, dirliğimizi bozmak için ne gerekiyorsa yaptılar. Genç Cumhuriyet meşgul olsun, gelişemesin, zayıflasın diyerek amansız faaliyetlere giriştiler.
Kullandıkları en büyük koz, Kürt vatandaşlarımızdı.
Hâlbuki genç Türkiye Cumhuriyeti, kurulurken tavrını net koymuştu. Din, dil, ırk farkı gözetmeksizin, kendisini bu ülkenin vatandaşı gören herkese Türk denir ibaresini Anayasasına yerleştirmişti.
Cumhuriyeti kuralı 1 yılı ancak geçmişti. Şeyh Sait isyanı çıkardılar. Çıktı demiyorum, çıkardılar. Neler oldu neler. Buraya alamıyorum. Sonra yargılandı bu adam ve idam edildi. Sonraki yıllarda benzer ayaklanmalar, hep devam etti ve devlet bastırmasını bildi.
1935’te Dersim ayaklanması olarak bilinen, Seyit Rıza olayı patlak verdi. 1. Dünya harbinde Arapları Osmanlı’ya karşı örgütleyen ünlü casus Lawrence, bu defa Ağrı bölgesinde Kürtleri ayaklandırıyordu. Bu ayaklanmada İngilizlerin önemli bir katkısı vardı. Sonunda bu isyanda bastırıldı.
1984 yılında, PKK terör örgütü çıktı karşımıza. Hikâye hep aynı hikâye idi. Örgütün varlığında kimlerin eli yoktu. Mesela çekiç güç hikâyesini hatırladınız mı? Amerikalılar bölgeye nasıl silah takviyesi yapıyordu.
40 yıldır, bu terörle mücadele ediyoruz. Geride hüzünlü bir tablo var artık. Kaybettiğimiz canların acısını her an yaşıyoruz. Bu mücadelenin maddi yönü hesaplanacak gibi değil. Ya ülkenin kaybettiği enerji? İşte onu tespit edebilmek çok zor.
Bu gerçeği kavrayamamak, bize zaman kaybettirdi.
Siyasi otorite bir yandan terörle mücadele ederken, bir yandan kafa karışıklığı yaşamaya devam etti. Memleketin entelektüelleri, liberalleri, sosyal demokratları hep bir ağızdan aynı şeyi söyledi: “Bu ülkenin Kürt sorunu vardır, bunu çözmek gerekir.”
İktidarlar ve siyasetçiler; bazen Kürt sorunu vardır, bazen yoktur demeçleriyle meseleye vakıf olamadıklarını gösterdi. Mesela Mesut Yılmaz ne demişti? “Avrupa Birliğinin yolu Diyarbakır’dan geçer”. Mesela Kemal Kılıçdaroğlu ne demişti? “Demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer”
Bu kafa karışıklığıyla şunları da yaptık. Güya sözde Kürt meselesini çözecektik. Habur’da mahkemeler kurduk. Ellerini sallayarak geçtiler. Oslo’da görüşmeler yaptık. Çözüm süreci başlattık, akil adamları devreye soktuk. Diyarbakır Sur’da 719 Mehmetçiği, çözüm sürecinin bedeli olarak şehit verdik.
Ancak kafa karışıklığı hiç kesintiye uğramadı. Anadilde eğitim ve öğretim tartışmaları gündeme geldi. Devlet Kürtçe kurslar açtı. Bir müddet sonra görüldü ki kurslara hiçbir ilgi yok. Böylece kapandı gitti. Ancak Kürt meselesi söylemi kesintiye uğramıyordu. Bu defa TRT, Kürtçe yayın yapan kanalı devreye soktu. Reytingi nedir diye merak edeniniz var mı?
Bütün bunlar yaşanırken, Kürt kökenli vatandaşlar hayatına devam etti. Ülkenin dört bir yanına yayıldılar. Kimisi memur amir oldu, kimisi tüccar müteahhit oldu. Türkler ve Kürtler birbirlerinden kız alıp verdiler ve akraba oldular. Kimseye ayrımcılık yapılmadı ve hayatın akışı devam etti.
Hem terör örgütü sözcüleri ve hem DEM mensupları sıkça neyi dile getirdi? Hatırlayanınız var mı acaba? Dediler ki bu mesele, Demokratik Özerklikle çözülür. Bu talebi anlamamak için saf olmak gerekir.
Diyelim ki devlet kabul etti. Diyarbakır merkezli bir coğrafyada özerklik ilan etti. Sonra da devlet şunu söyledi; herkes doğum yeri olan yerde ikamet edecek. Türkiye’nin dört bir yanına yerleşmiş olan Kürt kökenli vatandaşlar, doğduğu yerlere yerleşecek.
Sorarım sizlere, kaç Kürt kökenli vatan-daş böyle bir şeyi kabul eder?
Her şey bu kadar açık ve net iken, DEM milletvekili Bakırhan ne dedi? “Şeyh Sait ve Seyit Rıza nasıl mücadele verdiyse, biz de aynısını yapacağız” Dolayısıyla ağzındaki baklayı çıkarmış oldu. Bu sözlere kafa karışıklığı içindeki yetkililer, kafa yormalıdır diye düşünü-yorum.
Tarihin akışını ve işleyiş sürecini dikkate almayan siyasilerin, Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın itibarı iade edilmelidir diye beyanat vermesini, hangi akla ve hangi mantığa sığdıracağız. Emperyalist güçlerin, her iki olay için yurt dışında oluşturdukları organizasyonlara dikkat kesilmeyecek miyiz?
Türkiye Kürtlere soykırım yaptı diye, taraftar toplamalarına göz mü yumacağız?
Hülasa; Devlet Bahçeli’nin “Öcalan silahları bıraktıklarını, gelsin Mecliste açık-lasın. Sonrada umut hakkından faydalansın” şeklindeki açıklamasının tarihi ve reel hiçbir gerçekliği yoktur.
Zira artık Öcalan’ın, hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır. Emperyalist güçler onu kul-lanmış ve miadı dolmuştur.
Hikâye, aynı hikâyedir. Bunu bugüne kadar anlamadıysak, ne zaman anlayacağız.
Devlet, varlığına göz diken, bu emperyalist saldırıyı elbette def edecektir. Millî mücadelede olduğu gibi, bugün de müstevliler emellerine ulaşamayacaktır. Müstevlilerle işbirliği yapanlar da emellerine ulaşamayacaktır…