Vaiz Muharrem DEMİR


İBADET : KULLUĞUN GEREĞİ

"...Yüce Allah’a kulluk etmek üzere yaratılan insan, daima bu şuurla hareket etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde dua etmelidir: “Allah"ım! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzelce ibadet etmekte bize yardım et.” (İbn Hanbel, II, 299)        "


               On sekiz yaşında Müslüman olan Muâz b. Cebel (ra), Akabe Biatı’nda bulunmuş, Bedir ve Uhud başta olmak üzere Allah Resûlü ile beraber tüm savaşlara katılmıştı. Sahâbenin önde gelenlerindendi. O, birçok kez Hz. Peygamber’in iltifatına mazhar olmuş, sahâbenin arasında Kur’an ve helâl/haram (fıkıh) bilgisiyle ön plâna çıkmış, Allah Resûlü’nün döneminde dinî konularda fetva verebilen birkaç sahâbeden birisiydi. Bu özelliklerinden olsa gerek, Allah Resûlü onu Yemen’e yönetici olarak tayin etmişti.

               Muâz, Allah Resûlü ile birçok sefere katılmış, onunla birçok kez yolculuk yapmıştı. Bu yolculuklardan birisinde Peygamber Efendimizin binitinin terkisinde idi. Bu, Muâz’ın Allah Resûlü’ne fiziksel olarak en yakın olduğu anlardan biriydi. Aralarında sadece semerin arka kaşı vardı. Allah Resûlü arkasında oturan Muâz’a, “Yâ Muâz!” diye seslendi. Muâz, “Buyur Yâ Resûlallah!” dedi. Biraz sonra Allah Resûlü bir kez daha seslendi aynı şekilde. Muâz da tekrar, “Buyur Yâ Resûlallah!” diyerek cevap verdi. Biraz daha yol aldıktan sonra muhatabının dikkatini önemli bir konuya çekmek istercesine Allah Resûlü bir kez daha seslendi: “Yâ Muâz!” “Buyur Yâ Resûlallah!”. Bunun üzerine, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?” diye sordu Allah Resûlü. Muâz’ın, “Allah ve Resûlü bilir.” diyerek cevap vermesi üzerine de, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı yalnızca O’na ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. Bir müddet sonra tekrar, “Yâ Muâz!” diye seslendi, bitmemişti söyleyecekleri. Muâz yine aynı karşılığı verdi: “Buyur Yâ Resûlallah!” Allah Resûlü, “Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerinde hakkı nedir bilir misin?” dedi. Muâz’ın, “Allah ve Resûlü bilir.” cevabı üzerine de, “Onlara azap etmemesidir.” buyurdu. Duydukları karşısında heyecanlanan Muâz, “Ey Allah"ın Resûlü! İnsanlara bunu müjdeleyim mi?” diye sordu. Resul-i Ekrem ise, “Hayır müjdeleme, zira (bu müjdeye güvenip) gevşeyebilirler.” cevabını verdi. (Buhârî, Cihâd, 46)

               Yüce Yaratıcı’nın kulları üzerindeki hakkı diye tanımlanan “ibadet”, insanın yaratılış gaye-sini ifade etmektedir. İbadet, insanı Yaratıcı’nın huzurunda değerli kılan bir olgudur. Allah (cc) insanı en güzel şekilde yaratmış, kâinattaki her şeyi onun hizmetine sunmuştur.  Yeryüzünde halife sıfatıyla var ettiği insanı, düşünme, tefekkür etme ve irade hürriyeti gibi hiçbir varlığa bahşedilmeyen üstün kabiliyetlerle donatmıştır. Sonra da insandan sadece kendisine kulluk etmesini istemiştir. Cenâb-ı Hakk’a kul olmak, bir efendi ve köle mantığı ile seçim hakkı olmaksızın O’na ibadet etmek anlamına gelmez. Aksine kulluk, seçme özgürlüğünü kullanarak isteğe bağlı biçimde Yüce Yaratıcı’nın iradesine uymaktır. Nefsinin istek ve arzularını terk edip, Allah’ın (cc) istediği doğrultuda yaşamaktır.

               İbadetin, Allah’ın kulları üzerindeki hakkı olması, insanın sahip olduğu her şeyi kendisine bahşeden Allah’a şükran bilinciyle yaşamasını gerektirir.

               İbadet, kulun, Rabbi ile iletişim kurabil-mesinin adıdır. Her şeyi yoktan var eden Yüce Yaratıcı’ya muhtaç olan insanın, aracısız, vasıtasız bir şekilde hâlini O’na ifade edebilmesidir. Bunun için kul, Rabbinin huzurunda her duruşunda, “Hamd / övgü, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza (âhiret) gününün mâliki (sahibi) olan Allah’adır. (Allah’ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil.” (Fatiha, 1-7) âyetlerini telaffuz etmektedir. Böylece o, Yaratıcısını övmekle işe başlar. Kendi âcizliğini itiraf eder. Rabbine boyun büker, O’ndan yardım diler ve kendisini kulluğunda ve hidayette sabit tutması için O’na dua eder. İşte bu, ibadet bilincidir, kulluk şuurudur.

               İslâm, her kulun en azından farzlar noktasında ibadet şuuru taşımasını ister. Bunun için Allah Resûlü, “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân, 2) buyurmuştur. Allah Resûlü burada ibadet alanında asgarî farzları sıralamış, İslâm’a inanan ve yerine getirme imkânı olan her ferdin yapmakla sorumlu olduğu düzenli ibadetleri zikretmiştir. Allah Resûlü’nün bu hadiste dikkat çektiği en önemli husus, dört temel biçimsel ibadetin, “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in, O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman” esası üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Yani beden ile yapılan bu ibadetler gönülden imanla anlamlıdır. İmandan yoksun olarak yapılan ibadetlerin şeklî hareketlerden öteye bir anlamı yoktur. Bu bağlamda ibadet, imanla anlam kazanırken, iman da ibadetle hayata aksetmekte ve güçlenmektedir.

               Kulun imanını muhafaza etmesi ve yaşamına aktarması için ibadete devam etmesi gerekir. Yüce Allah, “Kesin olan şey gelinceye kadar rabbine kulluk et.” (Hicr, 99) Hz. Peygamber’e ölünceye kadar ibadet etmesini emretmiştir. Hz. Peygamber de, “...Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 27) sözünü birçok kez tekrar etmiştir.

               Sevgili Peygamberimiz kendisinden İslâm ve iman hakkında bilgi almak isteyenlere hep öncelikle farz ibadetleri saymış, âdeta İslâm ve imanı temel farz ibadetlerle özdeşleştirmiştir. Hadis kitaplarımızda bu durumun pek çok örneği mevcuttur.

               Bir gün, Bahreyn bölgesinde yaşayan Rabîa kabilesinin Abdülkays koluna mensup on üç kişilik bir heyet uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından Medine’ye gelir. Hz. Peygamber’e, “Bize özlü bir şeyler tavsiye et de onları kavmimize anlatalım ve böylece cennete girelim.” derler. Bunun üzerine Allah Resûlü onlara yalnızca bir olan Allah’a iman etmelerini emreder. Peşinden de, “Yalnızca bir olan Allah’a iman etmek ne demektir bilir misiniz?” diye sorar. Onların, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” diyerek cevap vermeleri üzerine Hz. Peygamber, “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna iman etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmaktır.” buyurur. Daha sonra da onları, “Söylediklerimi iyice ezberleyin ve kabile halkına da anlatın.” diyerek uğurlar. (Buhârî, İlim, 2)

               Hz. Peygamber (sav) bir kimsenin farzları gerekli dikkat, özen ve samimiyet ile yerine getirdiğinde; Yüce Yaratıcı’nın rızasını elde edeceğine ve cennete ulaşacağına şu örnekle işaret etmiştir: Bir keresinde saçı başı dağınık bir bedevî onun yanına gelip, “Ey Allah’ın Resûlü! Allah’ın bana farz kıldığı namazların neler olduğunu söyle.” dedi. Allah Resûlü, “Beş vakit namaz, ama nafile de kılabilirsin.” diyerek karşılık verdi. Bedevî, “Allah’ın bana farz kıldığı orucun ne olduğunu söyle.” deyince, Efendimiz, “Rama-zan ayında tutulan oruç, ama nafile oruç da tutabilirsin.” dedi. Bedevî bu sefer, “Allah’ın farz kıldığı zekâtın ne olduğunu söyle.” dedi. Allah’ın Resûlü ona, (zekâtı da içine alan) İslâm’ın temel ilkelerinden bahsetti. O zaman bedevî, “Sana ikram eden Allah’a yemin ederim ki, nafile ibadet yapmayacağım! Fakat Allah’ın bana farz kıldığı ibadetleri eksiksiz ve harfiyen yerine getireceğim.” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü onun hakkında, “Sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir” veya “cennete girmiştir.” buyurdu.( Buhârî, Hıyel, 3)

               Allah Resûlü’nün bu bedevînin psikolojik ve kültürel durumunu da göz önüne alarak verdiği cevaplar, Müslüman’ın farzlardan başka hiç nafile ibadet yapmasına gerek yoktur şeklinde anlaşılmamalıdır. Konuya dair hadisler bir arada ele alınıp rivayetlere bütüncül bir perspektiften ba-kıldığında Müslüman’ın ibadet hayatında sünnet ve nafile ibadetlerin de hafife alınamayacak derecede önem arz ettiği görülecektir.

               Bu açıdan nafile ibadetlerin Rabbimiz katındaki değerini Sevgili Peygamberimiz şu şekilde açıklar: “Yüce Allah şöyle buyurur: "Kim benim bir velî kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korur ve kollarım..." Bu hadisten anlaşılmaktadır ki, farz ibadetlerle kul Allah’a yaklaşmakta, nafile ibadetlerle de O’nun sevgisine mazhar olmaktadır. İnanan birisi için arzu ve hedeflerin en anlamlısı, kendisine hayat bahşeden Yüce Yaratıcı’nın rızasına ulaşmaktır. Bunun için Hz. Peygamber nafile ibadetlere devam etmiş, kendisine ibadetleri soranlara da farzlardan sonra nafileleri tavsiye etmiştir.

               Her konuda olduğu gibi kullukta da ölçümüz, örneğimiz Hz. Peygamber’dir, onun sünnetidir. O, “Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öyle kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18) ve “Hacla ilgili hükümleri benden öğreniniz.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 204.) buyurmuş, ashâb farz ve nafile bütün ibadetleri ondan öğrenmiştir. Bu ibadetlerin zamanı, mekânı, ne şekilde ve ne oranda yapılacağı hep onun sünnetiyle sabit olmuştur.

               Yüce Allah’a kulluk etmek üzere yaratılan insan, daima bu şuurla hareket etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde dua etmelidir: “Allah"ım! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzelce ibadet etmekte bize yardım et.” (İbn Hanbel, II, 299)               

 

               Kaynak : Hadislerle İslâm

 

YAZARLAR