İnsan hakları bağlamında İslam’ın insana biçtiği konum oldukça önemlidir. İnsan, bütün mahlûkat içerisinde en seçkin ve en şerefli varlıktır; yine o en büyük lütuf ve nimetlere mazhar olmuştur. İnsan, kendisine bahşedilen nimetleri saymaktan dahi acizdir. Allah (c.c.) insanı akıl sahibi yaratmış, ruhundan ona üflemiş, mümtaz kulları melekleri ona saygı secdesine çağırmıştır.
Yine o, en güzel surette yaratılmış “isimler” in bilgisi kendisine öğretilmiş göklerde ve yerde bulunan sayısız nimet onun hizmetine sunulmuştur.
İnsan, hayatta olduğu gibi öldükten sonra da değerlidir. Onun ölüsüne karşı da saygıyla ve nezaketle davranmak gerekir. Hz. Peygamber, “Sizden biriniz mümin kardeşini kefenlediğinde, kefenlemesini iyi ve güzel yapsın.” 1 buyururlar.
Yine insanları hayatlarında olduğu gibi öldükten sonra da güzel yönleri ile anmak gerekir. Üstelik burada din ayrımı da gözetilmez. Nitekim Rasul-i Ekrem, yoldan geçen bir Yahudi cenazesi için ayağa kalkmış ve cenaze geçinceye kadar ayakta beklemiştir.
İslam’ın nazarında insanın hukukunu korumak, inanç ve ibadet hayatımızla yakından ilgilidir.
Bu, ahlaklı olmanın zaten bir gereğidir. İbadetlerimizi muntazaman yerine getirdiğimiz hâlde müminlere karşı hak hukuka dikkat etmemek anlaşılır bir durum değildir. Çünkü en yakın akrabadan en uzaktaki müminlere uzanan bir sorumluluk halkamız vardır. Bu, aynı zamanda en geniş manada Allah’a olan kulluk borcumuzun bir parçasını oluşturur.
Bugünkü dünya gerçeğinde insan haklarını ihlâl etmek sadece bir suçtur. Çünkü konunun dinî ve ahlaki boyutu yoktur. Mesela kadına şiddet uygulamak, günümüzde sadece hukuki bir şerefini yüceltecek; hukukunu üst düzeyde koruyacaktı.
Rabbimiz, haksızlığa dayalı yapılanmaların değişmesini ve insan onurunu koruyan sistemlerin kurulmasını murat eder. Nitekim yeryüzünde ezilmiş olanlara yardımcı olmak ve onları önderler yapmak istediğini beyan eder.
Peygamberler de, Ölçü ve tartıyı eksik yapmayın uyarısında bulunmuş; hayatları boyunca sömürüye dayalı sistemleri değiştirmek için mücadele etmişlerdir. Yine peygamberler, toplumu ezen zorba idarecilerin elinden insanları kurtarmak, insana kulluktan Allah’a kulluğa çağırmak için canla başla çalışmışlardır.
Dolayısıyla mazlumlara arka çıkmak, doğal olarak bütün inananların görevi olmuştur. Nitekim Kur’an, yeryüzünde mağdur edilmiş olanların bu durumdan kurtarılması için müminlerin mücadele etmeleri gerektiğini vurgular.
Allah Rasulü (s.a.s.) de hayatı boyunca mazlum ve mağdurların hamisi olmuş; insanın onurunu yüceltmek için durmadan dinlenmeden çalışmıştır.
Gerek ayetlerde gerekse hadislerde şiddeti yasaklayan hatta kişinin eşine karşı iyi ve güzel davranmasını emreden onlarca delil vardır. Yine mesela ölünün ardından miras taksimi Kur’an’ın bir emridir. Kadın da, eş, kız vb. konumuna bağlı olarak bu mirastan payını alır. Bunu ihmal etmek, hukuki bir suç olduğu gibi aynı zamanda cehennem azabını da gerektiren bir durumdur.
Günümüz dünya gerçeğinde insan haklarının etik bir temelden yoksun oluşu, önemli bir problem olarak tartışılmaktadır. Çünkü bencil duyguların eğitilmediği, sınır tanımaz ihtirasların dizginlenmediği toplumlarda insan haklarını gerçekleştirmek zordur.
Zira insan yaratılışı itibarıyla takvaya olduğu gibi günaha da eğilimlidir. İlahî değerler istikametinde terbiye edilmediği takdirde, şer duyguların etkisi altına girebilmekte, başkalarının hak ve hukukuna tecavüz edebilmektedir. İslam, getirdiği gerek iman ve ahlak sistemiyle gerekse uhrevi ceza ve mükâfat düzenlemesi ile insan onurunu ve haklarını koruma noktasında etkili bir metot geliştirmiştir. Bu konuda onu ayrıcalıklı hâle getiren hususlardan biri de, insanı zulme ve haksızlığa götüren nefsani heva ve arzuların hayat boyu terbiye edilmesinin gerekliliğidir.
Dipnotlar:
1-Müslim, Cenaiz, 49.