Ahmet İNCE


KADER DER GEÇERSİN!!!

"...Dikkat edilirse dünyada büyük felâketleri yaşayan, büyük badireler içinde olan, siyasi çalkantılardan başı dönen, en çok zulme uğrayan topluluk Müslümanlardır. Bu şartların devam ediyor olması, Müslümanlar için ayrı bir felakettir..."


                Elazığ depreminde yaşanan can kayıpları kadar, meydana gelen maddi hasarın boyutu da düşündürücü. Yıkılması gereken binalar var. Ardından Manisa’da devam eden depremler, maddi olarak önümüze büyük bir fatura çıkarıyor.

                İnanç sistemimize göre, bunlar bizim için kaderdir. Aynı günlerde Küba’da benzer şiddette yaşanan depremde, tek can kaybı ve maddi hasar meydana gelmedi. İnsanlar evlerinden bile çıkmadı. Şartlar aynıydı ve fakat sonucu itibarıyla, onların kaderi farklıydı.

                Soma’da 301 madencimizi kaybettik. İhmal ve kusurlar diz boyu idi. Hiçbirisine kafa yormadan sonuca baktık. Bu ölümler ve felâket, bizim için kaderdi. Yapacak bir şey yoktu. Fakat benzer bir patlama Şili’de meydana gelmiş, 200’den fazla madenci kurtarılmıştı. Şartlar aynıydı ve fakat sonuç itibarıyla, onların kaderi farklıydı.

                Bir zamanlar, Ankara’da çöplük patlamıştı. Bilmeyenler garip karşılayabilir. Evet bildiğin çöplük patlamıştı. Metan gazı sıkışmasından. 4 kişi öldü. Bu belki dünyada görülmemiş bir olaydı. Cenazeleri kaldırdılar. Gömerken kader diye teselli verdiler. Hâlbuki dünyanın hiçbir yerinde, çöplük patlamasıyla hayatını kaybeden kimse olmadı. Yani bizde yaşanan kaderi, kader olarak kimse yaşamadı.

                Bir zamanlar yine İstanbul’da dere taştı. Çarşıyı bastı. Otomobil içinde, işyerlerinde 20 kişi hayatını kaybetti. Bu onların kaderiydi. Ve fakat dere kenarına yapılaşma olmaz diyerek, gereğini yapan ülkelerde böyle bir olay yaşanmadı. Onların dereleri ırmaklara ve denizlere aktı, hem de can almadan. Bizimkisi kaderdi, onlarınki yaşamaktı.

                Böyle yüzlerce, binlerce örnek verebilirim.

                Aynı şekil ve şartlarda, farklı yerlerde meydana gelen olaylarda; insanların bir kısmı ölüyor, bir kısmına hiçbir şey olmuyor. Asırlardır devam eden kader inancına göre, burada bir çarpıklık var demektir. Zira o inanca göre, Allah her şeyi ezelde takdir ediyor. Soma’daki madenciler ölsün, Şili’dekiler yaşasın diyor öyle mi?

                Allah adildir, merhametlidir. Asla kullarına farklı davranmaz. Aynı şiddette depremin meydana geldiği Elazığ’da insanlar ölsün, Küba’dakiler ölmesin demez.

                Dikkat edilirse dünyada büyük felâketleri yaşayan, büyük badireler içinde olan, siyasi çalkantılardan başı dönen, en çok zulme uğrayan topluluk Müslümanlardır. Bu şartların devam ediyor olması, Müslümanlar için ayrı bir felakettir.

 

                Peki neden?

                Müslümanların inanç sisteminin içine, bir Kader anlayışı sokulmuştur. Sokulmuştur diyorum, zira Muhammed Aleyhisselamdan çok sonra; bu kader inancı, tamamen siyasi hesaplarla Müslümanların beynine zerk edilmiştir.

                Bugünkü manada kader inancını, Muhammed Aleyhisselam hiç konuşmadı. Sahabede konuşmadı. Bunu bir başka yazımda, delilleriyle ve belgeleriyle anlatacağım. Kur’an asla, bu manada bir kader inancından bahsetmedi.

                Asırlardır devam eden ehlisünnet itikadı yaftası altında, kader konusu imanın 6 şartından birisi olarak kabul ettirildi. Bilerek ve tasarlayarak yapıldı. Amaç siyasi idi. Müslüman kitleleri avucunun içine alıp, iktidar ve yönetimlerine biat ettirdiler. Yanlışlıklarını, adaletsizliklerini, siyasi hırslarını, ölümleri örtecek bir şal olarak kader inancını kullandılar.

                Bugün Müslümanlar konuşamaz, tenkit edemez, aklını kullanamaz, neden ve niçin diyemez, itiraz edemez, vicdani eğilim gösteremez. Niye? Çünkü yaşadıkları ve yaşayacakları onun kaderidir. Aksini yaparsa, kadere iman elden gider. İmansız ölmek ne büyük bir felakettir.

                Günümüzdeki kader anlayışının, dini hiçbir tarafı yoktur. Dolayısıyla kadere iman bahsinin, ahiret yönüyle de hiçbir karşılığı yoktur. Ama beşeri olarak yani dünyevi bakımdan devasa bir karşılığı vardır. Bu anlayış sistemi sayesinde, Müslümanlara hükmedebilirsiniz, onları rahatlıkla kullanabilirsiniz.

                Zira onlar, bu kader anlayışı yüzünden, öğrenilmiş bir çaresizliğe mahkûm edilmişlerdir.

                Asırlarca yazılan fıkıh eserlerini, kelam tartışmalarını ana hatlarıyla elden geçirdim. Toplayın hepsini, bir çöp yığını gibidir. Kader konusunu cacık yapmışlardır. Kur’an bilginiz yoksa, onları incelerken kafayı yersiniz.

                Mesela, şimdi yapacağım alıntıya siz de şaşıracaksınız. Diyanet İlmihalinde, Kader bahsi şu şekilde anlatılmış:

                “Kader, iç yüzünü ancak Allah’ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan ilahi sırdır.

                Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza talip olmasıdır.” (Bkz, Diyanet İlmihali, cilt:1 sf: 133 ve 135)

                Kur’an bahsetmiyor. Nebimiz konuşmuyor. Sahabeden bir teki bile söz etmiyor. Ama hayatımızda Kadere iman diye bir madde var. Ve o madde Diyanetin yorumunda var kabul edilip, içinden çıkılmaz bir konu olarak görülüyor. Sır kabul ediliyor, onu çözmek imkânsız deniyor.

                Madem öyleyse, sırası geldiğinde Diyanet, niye ısrarla insanları kader bahsi ile teselli etmeye çalışıyor?

                Bütün mesele, asırlarca şu noksanlıktan kaynaklandı. Kur’an üzerine çalışılmadı. Kimisi anlamadığına anlam vermeye çalıştı. Müstakil eserler yazıldı. Kişisel görüşler beyan edildi. Böylece Kur’an’ın dışında, devasa bir yığın meydana geldi. O eserler dini kitap hüviyetine büründürüldü ve Kur’an’ın yerine geçti.

                Hâlbuki Allah, kitabıyla ilgili şu açık ve seçik hükmü bize bildirmiştir:

                “Elif, Lam, Ra.

                (Bu) Ayetleri sağlamlaştırılmış bir kitaptır. Sonra (Allah) tarafından iyice (detaylı) olarak açıklanmıştır. Hüküm ve hikmet (bilgi) sahibi, her şeyden haberdar olanın katından indirilmiştir.” (Hud,1)

                Bir konu olmasın ki Allah onu açık ve seçik biçimde kitabında açıklamasın. Onu anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hale getirenler kullardır.

                Bu bilgi ışığında, kadere iman konusunu Kur’-anda arayalım. İmanın şartlarının ne olduğu ve kaç adet olduğu, üç ayette tafsilatıyla anlatılmıştır. Bunlara bakalım:

                “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik; ALLAH’A, AHİRET GÜNÜNE, MELEKLERE, KİTAP VE PEYGAMBERLERE iman edenlerin;…” (Bakara,177)

                “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler.)

                her biri; ALLAH’A, MELEKLERİNE, KİTAPLARINA VE PEYGAMBERLERİNE iman ettiler….” (Bakara, 285)

                İmanın şartlarının ve imansızlığın sonucunun ne olduğunu anlatan, şu çarpıcı ayete daha bir dikkat kesilmeli diye düşünüyorum:

                “Ey iman edenler!

                ALLAH’A, PEYGAMBERİNE, PEYGAMBE-RİN İNDİRDİĞİ KİTAB’A (KUR’AN’A) ve daha önce indirdiği kitaba (Zebur, Tevrat ve İncil) iman edin.

                Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa,136)

                Kadere iman etmenin bir tek delili olarak, Cibril hadisi gösterilmiştir. Muhammed Aleyhisselam, kendisine vahyedilmeyeni, vahyedilmiş gibi söyler mi? Elbette böyle bir şey olamaz. Ama oldurmuşlardır. Ebu Müslimde geçen Cibril hadisinde, güya Cibril kendisine iman nedir diye sormuş. O da şöyle cevap vermiştir: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahiret gününe ve kadere, onun hayrına ve şerrine de inanmandır.” (Bkz, Müslim, İman:1)

                Asırlarca benzer metot uygulandı. Kendilerine pay çıkarmak isteyenler, sahte hadis ürettiler. Müslim’deki hadis de böyledir.

                Nasıl oldu da kader bahsini, imanın şartlarından birisi haline getirdiler? Gadr kelimesi, Arapça’da ölçü kelimesinin karşılığıdır. Bu kelimeyi; “fatalite” yani alın yazısı, kader kelimesine eş tuttular.

                Allah yarattığı her şeyi ezelde takdir etti. Dünyada yaşanacak her şey, bu takdire göre cereyan ediyor dediler. Ömer Nasuhi Bilmen hoca, mesela şunları söylüyor:

                “Herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini, Allah’ın ezelde dilemiş olmasına kader, o şeyi zamanı gelince meydana getirmesine kaza denir. Allah’ın ezelde dilediği bir şeyin olmaması mümkün değildir. Allah’ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah’ın ezeli manada bir şeyi bilme-sinin, kulun irade ve seçiminin üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.” (Bkz, Büyük İslam İlmihali, sf: 30–31)

                Allah’ın kitabında anlattığına kulak veremeyen ve anlayamayanlar; Allah’ın bilgisini anlamlandırmaya çalışınca, işte böylesine çarpık durumlar ortaya çıkmıştır. Yaratılış, ölüm ve hayat ve ahiret bir tiyatro mudur? Her şey önceden yazılıp çizilmiştir öyle mi?

                İnsanları buna bir de iman ettireceksiniz ve asırlarca, o insanların sırtından kurban keseceksiniz. Hayır ve şer Allah’tandır diyerek, hâşâ Allah’ı şerrin sahibi yapacaksınız. İstediğini doğru yolu eriştirecek, istediğini de saptıracak diyerek, hâşâ Allah’a rol dağıttıracaksınız.

                Bunu savunmak, Kur’an’ın ayetlerini iptal etmek demektir. Şu ayete pür dikkat bakmak lazımdır:

                “Allah bir kimseyi, ancak gücünün yettiği şeylerden sorumlu tutar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülükte kendi zararınadır.” (Bakara, 286)

                Her türlü iyilik Allah’tandır. Kötülük insanın kendindendir. Yine insanın kendi eliyle yaptığından başkası yoktur. Pek çok ayette, bu mealde anlatımlar vardır. Dolayısıyla kader ölçüdür. “Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır.” Bunu pekiştiren diğer ayet şöyledir: “Allah’ın yarattığı her şeyde bir ölçü vardır.”

                Bu Allah’ın kurduğu bir sistemdir. İnsanı bu sistem içerisinde yıpratıcı bir imtihana tabi tutmaktadır. Bu hakikati Kur’an şöyle açıklıyor:

                “Bütün yetkileri elinde tutan Allah, her türlü iyiliğin kaynağıdır. Her şeye bir kader/ölçü koyan, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. Bunlar, hanginizin daha güzel iş yapacak diye sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmesi içindir. Daima üstün olan ve kusurları örten O’dur” (Mülk,1-2)

                Benzer ifadeleri şu ayette de görüyoruz:

                “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri bilmeden, sabredenleri de bilmeden cennete gireceğinizi mi hesap etmiştiniz?” (Al-i İmran, 142)

                Bu imtihan şöyle bir şey değildir. Öğretmen yazılı kâğıtlarını dağıtıp, öğrencilerin cevap yazmasını bekler. Evet, böyle değildir. İmtihan; insanın cihat etmesi, düşmanın, şeytanın ve arzuların baskısına karşı direnmesi, kararlı duruş sergileyerek sabır göstermesidir. Kur’an bunu şöyle bildiriyor:

                “Şurası kesin ki içinizden cihad edenler ve sabırlı/kararlı davrananları bilinceye ve gerçek yüzünüzü ortaya çıkarıncaya kadar sizi zorlu bir imtihandan geçireceğiz.” (Muhammed, 31)

                Bedir savaşıyla ilgili ayetler, Yunus kıssasını anlatan ayetler, Musa’nın Firavunla görüşmesini nakleden ayetler dikkatle incelendiğinde, asırlardır Müslümanlara yutturulan kader anlayışının asla olmadığını görürsünüz.

                Eğer fatalite benzeri bir kaderden bahsedilecekse; o kader insana değil, Allah’a aittir. İyiliğe verdiği mükâfatın, kötülüğe verdiği cezanın ölçüsünü belirleyen Allah’tır. Rızkı veren Allah’tır. Ne kadar olduğuna, karar veren O’dur. Yağmurları yağdıran O’dur. Miktarına karar veren Allah’tır.

                Yarattığı her şeye bir ecel biçmiştir. Yani ölçü koymuştur. Bütün varlıklar içir tek bir ecel koyarken, yalnızca insan için 2 ecel takdir etmiştir. Birisi eceldir. Diğeri ecel-i müsemmadır. Bunlar Allah’ın koyduğu ölçülerdir ve Allah’a aittir.

                Netice itibarıyla asırlardır süren bu kader anlayışı, Müslümanları donuklaştırmıştır. Yıllardır söylenir, Müslümanlar nasıl ayağa kalkar?

                Cevabı o kadar zor değil. “Kader der geçersin” çarpıklığına son verdiği gün..

 

YAZARLAR