
Kararsızdı hava. Ne sıcağı sıcak ne gölgesi gölge, sıkıyor, boğuyordu adamı. Öğretmen İsmail'in havuz problemleriyle de kurşun gibi ağırlaşıyordu. Okul günleri uzadıkça uzuyor tatil yakınlaştıkça kaçıyordu. Öğretmen İsmail taze öğretmendi daha. Anasının kucağında okula başlamış, anasının kucağında öğretmen okulundan mezun olmuştu. Tanıyamamıştı köyü, tanıyamamıştı köy çocuklarını…
Mehmet Ali, oldum olası matematiği sevmezdi, okulu sevmezdi Mehmet Ali. Öğretmen İsmail'in havuz problemleri terletiyordu adamı. Bir şeyler yapmalıydı, bir çıkış yolu bulmalıydı. Canı ders dinlemek istemiyordu bir türlü. Öğretmen İsmail’in: “Ya bu deveyi güdeceksiniz ya bu deveyi güdeceksiniz, cebren öğreneceksiniz," sözleri nefret ettiriyordu okuldan. Nasıl ettiyse etti Mehmet Ali, Kerem’i kandırdı, mahallenin yolunu tuttular birlikte. Arkadaşları öğretmen İsmail'in havuz problemlerinde kulaç atıyor, yüzmeye çalışıyorlardı. Asık yüzlü matematik, Öğretmen İsmail'in elinde gayya kuyusuydu. Kerem'le Mehmet Ali, bunu düşündükçe hoş bir boşlukta hissediyorlardı kendilerini.
Birdenbire gök mü patladı, güneş mi çatladı ne, Mehmet Ali'yle Kerem, vurgun yemişe döndü. Yakalanmışlardı. Okuldan kaçmak Kerem'in babasının gözünde hırsızlık yapmaktan beter bir şeydi. Söyledi söyleyeceğini Kerem'in babası. İki arkadaş istiyorlardı ki şu an dünya yıkılsın, yer yarılsın, bir şeyler olsun da Hüseyin Amca'nın köpeğe atsan yemez laflarını duymasın. Ama olan olmuştu bir kere onlar okuldan kaytarmıştı bir kere, ne yapsalar çaresizdi.
"Tez çabık öküzleri çözün, Balbuga'dan sulayın bir güzel. Azcıkta oyalanın da yeşillik yesin zavallıcıklar. Eşeğin enikleri sizi, okuldan gaçasınız he?"
"Tamam buba, bi daha gaçmıycam valla söz,"
"Ben de söööö, söz veriyom, Ü Ü Ü Üsen Amca, va va va valla bi bi bi daha gacmıycaz"
Mehmet Ali, kekemeydi, tekleyerek konuştuğundan arkadaşları dalga geçiyordu onunla. Bazen öyle takılıyordu ki ayağını yere vurmadan çıkaramıyordu sözcükleri. Ondan "söööö, söz veriyorum " diyebildi.
Balpınar, kasabaya birkaç kilometrelik bir mesafedeydi. Halk içme suyunu buradan karşılamak zorundaydı çünkü Cami'nin çeşme-sinden su alabilmek için, şafak sökmeden sıraya girmek lazımdı. Balpınar'a da gitmeğe değerdi hani. Suyu adına layık "bal" gibiydi. Bir desti suyu içsen bana mı demezdi insan. Cami pınarı öyle miydi ya, bir tas içsen "davul" gibi şişer adamın karnı. Kasabaya Balpınar'ın suyu getirilecekti bu bahar. Ama Amerika Türkiye'nin haşhaş ekimini yarı özgür bırakmasını içine sindirememiş, yar-dımı kesivermişti. Öyle midir, değil midir onun orasını kimse bilmiyordu. Yalnızca kahvelerde böyle söyleni-yordu.
"Gözleri kör olsun bunların" dedi Koca Ali. "Bunlar başa geldi mi memlekete bir uğursuzluk geliyo, " diye söylenip duruyordu.
"Hacı Aga, senin aklın ermez böyle şeylere, sen eğilip eğilip kalktığından önünden başka yeri göremezsin." Diye karşılık verdi Mustafa Amca.
Mehmet Ali'yle Kerem, öküzleri önüne katıp Balpınar'ın yolunu tuttular. Yollar toz revan içindeydi. Ayakları tozun içinde kaybolup gidiyordu. Kerem ayakkabılarını çıkarıp toz ile oyalanmaya bayılırdı. Yolun tozu parmaklarının arasından fışkırıp çıkması onun öyle bir hoşuna giderdi ki... Sümüklü Pınar mevkisine gelmişlerdi ki, yolun kenarındaki it burunları, böğürtlenler Mehmet Ali'nin dikkatini çekti.
"Ke ke ke Kerem, kü kü kü kür üzümleri çı çı çı çıksa da bi yesek, bi bi bi biliyo musun ne ne ne ne gada çok seviyom! "
"Al benden de o gada Meh-met Ali. Kür üzümleri toza boyanıyo ya, çoma bi vuruyom dallarına tozdan topraktan arınıyo ondan sonra yi memet yi. Elim yüzüm gapgara oluyo. ama..." Kür üzümü diyorlardı böğürtlene. Mevsimi geldi mi herkes akın ederdi böğürtlenlerin başına.
Tozdan sıtmadan, hastalık-tan korkacak halleri yoktu zaten. Geçen sene Kerem'in ayağını köpek ısırmış, doktora bile gitmemişlerdi. Ayağına tuzdan tuzlu tereyağını basmışlar " hiçbir şeycikler olmaz Allah'ın izniyle " demişlerdi. Allah'ın izniyle hiçbir şeycik olmamıştı. "Ya köpek kuduz olsaymış! İşte o zaman...
Öküzleri saldılar Balpınar'ın bal o gibi soğuk suyuna. Kendileri de Balpınar'ın oluğuna ağızlarını dayayıp kana kana içtiler. Başlarını oluğun altına tutup bir güzel serinlediler. Mehmet Ali, cebinden aynasını tarağını çıkardı, saçlarını taramaya başladı. Kerem de geçmiş karşısında Mehmet Ali'nin taranışını izliyordu. "Ahh be ya, benim de bi aynam olsa! " Anasına çok istemiş, anası her defasında bir şeyler uydurmuş ayna alıvermemişti. Bazen de: " benim yanımda yok oğlum, ben bubanın cebinden bu akşam o uyuyunca alıp sana veririm, sen de o horozlu ay-nanı alırsın" demişti fakat o akşamlar hiç gelmemişti, gelmesi de mümkün değildi zaten... Şimdi Kerem, Meh-met Ali'nin horozlu aynasında saçla-rını taramak için beklemektedir. Bir gün o horozlu aynayı alacaktı. Tavukları da doğmuyor, bir doğsa hemen yumurtasını Bakkal Şerif Ali 'ye satacak parasıyla da horozlu aynasını alacaktı.
Saçlar, bir güzel taranmıştı, beğenilmeye hazırdılar artık. Yanlarındaki kavaklığa doğru ilerlediler. Kavaklar kuş yuvalarıyla doluydu. Serçe, kumru, üveyik, alakabak, sığırcık... Kafalarından geçen kuş yuvalarındaki küçük yavruları gör-mek, varsa yumurtalarını alıp öküzlerinin alnına vurmak. "Alnına yu- murta vurulan öküz dövüşken olurmuş" öyle diyordu büyükleri. Kerem de öküz dövüşünü çok sev-diğinden, nerede kuş yuvası varsa çıkıp bakardı
"Mehmet Ali, ben kavağa çıkayım, sen bana dayak oluve olmaz mı? "
"Ooooo olur, ne ne ne ne neden olmasın ki?”
Kerem, Mehmet Ali'nin omuzlarına basarak, kavağa tırmanmağa başladı. Kavak epeyce iriydi, kolları kavuşmuyordu çünkü. Çatal ulu bir kavaktı bu. Kavaklıktaki bütün ağaçlardan, bütün kavaklardan daha yüce bir ağaçtı. Kerem tırmandı, tırmandı ağacın çatalına gelince biraz dinlenmek istedi. Nede olsa yorulmuştu, sol ayağını kavağın çatalına yerleştirdi, son bir gayretle sağ ayağını yukarı çekti. Yuvaya az kalmıştı, ulaşacaktı... Az soluklanmak iyi olacaktı. Öyle de yaptı. Bir müddet sonra tırmanışa geçti. O da ne sol ayağı çatala kısmıştı, kurta-ramıyordu. Çabaladı, çabaladı. Ça-baladıkça ayağı şişmeye başladı. Kavağın çatalı rüzgâra yakındı, rüz-gâr estikçe Kerem'in ayağı bezmeye dönüyordu. Rüzgâr estikçe Kerem'in ayağı daha bir sıkışıyor, acısı daya-nılmaz oluyordu. Acısı artıkça Kerem'in sesi yıldıza çıkıyordu. Yıldızlar belki Kerem'in sesini duyuyor, fakat hiçbir Allah'ın kulu duymuyordu. Bu ara Mehmet Ali deli danalar gibi oraya buraya koşturuyor Kerem'e yardım getirmeye gidiyordu. Yazık ki hiç kimsecikler yoktu ortalıkta. Kerem güçten dermandan kesilmişti iyice. Hiç kimse gelmezse, ya hiç kimsecikler gelmezse, ya... Kendini bitiriyordu Kerem. Babası ne derdi akşam eve varınca, zaten okuldan kaçmıştı, acaba kurtulabilir miydi... Yanıtsız sorular peşi sıra geliyordu aklına.
O da kim? Mehmet Ali, ya-nına birini almış da geliyor. Sevincinden koyuverdi ağlamayı. O kadar acı çekmiş, yardım istemiş, fakat ağlamamıştı. Şimdi tutamıyordu kendini. İçini çeke çeke bir güzel ağladı. Gabâllerin Ahmet: "Ağla iyenim ağla, akılsız başına ağla, yerleri bitirmişsin havanın katına oynamaya çıkmışsın Bi de senin buban "benim oğlum okuycak adam olcak" diyo, hey benim akılsızım!"
Kerem bu lafları duydukça acısı daha bir artıyor, sesini daha bir yükseltiyordu. Bu sırada bile adamın lafları zoruna gidiyordu. Gabâllerin Ahmet, "sabır et birazcık iyenim şimdi seni gurtacem." dedi ve eşeğinin urganını çözdü, çitin kazığını çıkardı, yaman bir hızla kavağa tırmanmaya başladı. Saniyede ulaştı sanki Kerem'in yanına. Kerem'in beline urganı bağladı. "Bak Kerem, ben elimdeki kazığı çatala yerleştireceğim, sana haydi dediğimde, sen de ayağını çataldan çekersin, ama dikkatli ol aşağı düşme, tamam mı iyenim Kerem," dedi.
Tamam Ahmet Emmi, düşmem!”
Gabâllerin Ahmet, kavağın çatalına ağacı yerleştirdi, ileri doğru iteledi koca ağacı. "Çek" dedi. “Çek ayağını,” demesiyle, Kerem yıldırım hızıyla çekti ayağını. Kerem'in ayağı özgürlüğüne kavuşmuştu. "Kerem'e yavaş yavaş ipten aşağı doğru süğün" dedi Gabâllerin Ahmet. Kerem, yavaşça aşağı doğru süyünmüş, kavağın çatalı yukarılarda kalmıştı...