Haldun CEZAYİRLİOĞLU

Tarih: 23.07.2019 21:49

KAYSERİ OTELİ

Facebook Twitter Linked-in

                Meğerse ne çok anım varmış İzmir üzerine, İzmir’e dair. Meğerse ne günlerim geçmiş buralarda da ben farkına yeni yeni varıyormuşum. İşte onlardan biridir,  Kayseri Oteli anıları.

                Geldiğim günden beri İzmir’de aradığım şeylerden biridir İzmir Kayseri Oteli fotoğrafı. Eski bir fotoğraf arıyorum nihayetinde ama ne görmek, ne de bulup almak nasip olabildi şimdiye değin. Kimler, kimlere söylenmedi ki? Altüst etmediğim ne eskici kaldı, ne de sahaf!  Hatta bazı arkadaşlarımın özel koleksiyonları bile tarandı. Yok. Yok. Hatta Demirci’den bazı arkadaş ve eş dosttan da sorgulattım çıkmadı.

                Ah bir eski Kayseri Oteli resmi olsaydı şimdi!

                Hani İzmir in merkezinin Basmane ve de hatta İzmir Fuarı Basmane Kapısının (9 Eylül) olduğu yıllar. Her tarif oradan başlardı. Öyle ya, hemen yanındaki otogar, biz taşralıların İzmir için başlangıç noktasıydı. İzmir’e gelen her kes için. Ve o yıllarda İzmir’e yalnızca otobüsler ile gelinir ve çoğunlukla da orada inilirdi. Adı, otogardı.

                Nedense hep o öğle sıcağının göbeğinde inilirdi oraya. Zaten saatler süren, yorucu, bunaltıcı bir  yolculuktan  bitkin, mahvolmuş  halde inerdin. Bir de eline tutuşturulan küçük de olsa bir yükün, valizin yükümlülüğünü de alırdın üstüne.  Bir de o İzmir’in bilindik ama dayanılmaz sıcaklığı eklenince üstüne, çaresizliğin son demine gelmişsindir.

                Bitkin, dalgın ve yorgunsundur.

                Ve başlardı yolculuk.

                Nasıl kalabalık, nasıl kalabalık!  Nasıl sıcak. Ne demekse, kaybolmak da vardı işin içinde bir de. Kayıp olmak!

                Yollardan aralardan hızla geçer, giderdik. Bizi kendimize getiren ise, yol üzerinde geçerken gördüğümüz dükkânların şamatası, kalabalığı ve güzelliği olurdu. Dışarı dışarı vuran müzik sesleri, insanların bağırışları, çocukların koşturmaları olurdu. İşte o anlarda, sıcak da neymiş, yük de neymiş, yorgunluk da neymiş derdik kendi kendimize.

                Babam ve küçük kardeşim önde, annem ve biz iki kardeş biraz arkada, takibi bırakmaksızın ilerlemedeyiz. Tahminim her 100-200 metrede bir, babamdan gelen “Ha gayret az kaldı” nidaları ise en büyük tesellimiz.

                Büyük bir dükkân önünde 2-3 dakika soluklanma ve az kaldığına inanılan o yolu bu kez tamamlamak için, son bir kez daha gayretle ilerlemek.

                Ve sonunda, kocaman bir binanın önünde durup, açık kapısından usulca içeriye süzülerek, gölgeye, serinliğe, kavuşma: Kayseri Otelindeyiz. Babam rahmetli yıllık izninin bir kısmını, İzmir Fuarı esnasında alır, biz çocuklarını Fuara getirerek, hem İzmir’i hem de Fuar kültürünü tanımamızı isterdi diye düşünüyorum. Tahminim, 1965 yılından itibaren her sene bu mutat takvim uygulanır, 8-10 günümüzü İzmir’de geçirir idik.

                İzmir’deki evimiz ise, Kayseri Oteliydi.

                Adeta bir han karakterinde, üç katlı, orta da büyük boşluğu olan, birçok odasının tek aydınlığını bu boşluğa bakan pencerelerinin oluşturduğu, yaklaşık her katta 12-13 odasının olduğu bir evdi burası. Tuvaletlerinin ve banyosunun ortak kullanıldığı, zaman zaman idrar kokusunun baskın olduğu bir ev… Fuar kalabalığında, giriş katı hol boşluğuna onlarca ranza serilerek bekârlara bir gecelik mekân olduğu bir ev. Çok çok kalabalıklarda da çatı katının aynı, giriş katı holünde olduğu gibi, onlarca ranzanın daha serilip yatıldığı bir ev.

                Odaların bir kısmının ön cepheye baktığı ve pencerelerinden İkiçeşmelik Caddesinin görül-düğü bir ev. Odalarında 3’er yatağın, birer ahşap çekmeceli sehpanın bulunduğu bir ev. Ha bir de sehpanın üzerinde kendi halinde cam bir sürahinin bulunduğu bir ev!

                Bütün yerlerin ve odalarının desenli par-keler ile döşenmiş olduğu bir ev.

                Ben bu evin en çok girişini ve lobisini severdim. Lobide bulunan çay ocağını… Çay ocağının duvarlarındaki resimleri ve takvimlerini severdim.

                Öyle sade ve temiz bir giriştir ki burası. Hemen sağda bir masa ve otelin müsteciri Nazım Etçioğlu koltuğundadır. Gelen her müşterisi için ayağa kalkan ve selamlayan, ellerini sıkan bir kibar adam. Evine gelen herkesi tanıyan bir adam.

                Kocaman bir masa.  Üzerinde kahverengi bir sumen takımı.  Masa takvimi. Yazı takımı. Istampa. İğne kutusu.  Masanın üzeri cam kaplı ve bu cam bir çok fotoğrafın koruma görevini de üstlenmiş gibiydi. Sanki koruduklarının içinde kâğıt paralar da var mıydı? Birkaç kartvizit.

                Girişin solunda ve masanın tam karşı hizasında, bir basamak aşağıda bulunan küçücük lobi ise o sıcaklarda en serin yerdi. Kuytu bir köşeydi adeta. Deri kaplamaları olan koltuklar ve yine ü-zerinde camları olan iki küçük sehpasıyla birlikle.   Sanırım en güzel çay - kahve ve sigara içme köşesiydi. Hem serin, hem rahat. Otelin en rahat yeriydi orası. Ve de en serin yeri.

                Girişin bir üst kata çıkış merdivenlerinin altına yerleştirilmiş çay ocağı ise bambaşka bir rüyaydı bizler için. Çay kokusunun, kahve kokusun ve de gazoz kokusunun adım adım yayıldığı yerdi burası. Duvarlara yan yatırılmış aynalar ise hem bu küçük mekânı boylu boyuna büyütüyor, hem de duvarda asılı olanları da tekrar tekrar göstererek, kalabalıklaştırıyordu. Üstelik serindi de. Üstelik suyun ücretsiz olduğu yılar olduğu için, her defasında bir bardak soğuk su içmek mümkün oluyordu. O suyu içmek için gidip orayı görmek mümkün oluyordu.

                Ve lobiyi lobi yapan asıl öge unutulmamıştı. Bir telefon kabini de vardı bu alanda. Jetonla çalışan, kapısı açılır kapanan bir kabin.  Kabinde asılı duran siyah bir telefon. Her daim çalan ve çalışan bir telefondu. En yakınında bulunan açar, istenen kimseye seslenirdi.

                Daha çok sabahın ilk saatlerinde hareketin ve seslerin başladığı, öğleye doğru bu seslerin kesildiği, akşam üzerine doğru ise ses hacminin ve insan kalabalığının tamamıyla arttığı bir evdi burası. Güneşe göre yaşanıyordu. Güneşle birlikte kalkılıyor, öğle güneşinde yatılıyor, akşam güneş batınca evden çıkılıyordu.

                İşte biz çocukların vakti gelmişti artık.  Tam o vakitte  bütün otel ayağa kalkardı, yola düşerdi. Akşamın o serinliği keyfimizi artırırdı. Fuar başlardı. Önce otelin yakınında bir lokantada akşam yemeğimiz yenir sonra yeni bir hayat başlardı:  İzmir Fuarı!

                Büyük zevk alırdık o ülke ve sanayi pavyonlarını gezmekten ve tek tek broşürlerini toplamaktan. Çantalar dolusu toplardık. (Ah keşke o topladıklarımızı bu günlere aktarabilmiş olsaydık. ) Hayvanat bahçesi, lunapark ziyaretleri tamamlanınca yorgun düşer, sonra en yakın bir mekâna oturarak Zeki Müren dinlenirdi. Yalnız o mu? Emel Sayın, Hülya Koçyiğit, Göksel Arsoy, Erol Büyükburç. Favorimiz ise adından dolayıydı galiba, Beyaz Kelebeklerdi.

                Acıktıkça, ya bir sandviç ya da soyulmuş hıyar veya dondurma ile nefes alınır, son bir gayretle gezilmeyen pavyonlar tamamlanarak, uykumuzun başlama anlarına kadar yürünür, yürünürdü. Ve yorgun argın bir dönüş başlardı gerisin geriye: Eve!

                Ev bizi karşılardı. Her defasında başka başka isimler olsa bile karşılayanlar, yürüyüp gelenler hep aynı insanlar olurduk.

                Bizim mahalleden, o mahalleden, aşağı mahalleden, yukarı mahalleden!  Demirci’nin bütün mahallelileri orada olurdu. Evinde olurdu. Kayseri Oteli’nde olurdu.

                Not : Kayseri Oteli ile ilgili bu yazımı, eğer fotoğrafını bulur isem biraz daha geliştirmek istiyorum. Belki bu konuda yardımcı olabilecek, hatıralarını anlatabilecek okurlarımız vardır. Bize ulaşmalarını bekleyeceğim.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —