
İzmir’in anlı şanlı okullarından birinde öğretmen olarak görev yapıyordu Kemal. Eşi çalışmıyor—olursa—komşuların dikişlerini dikiyordu. Babasının hatırına halasının kızıyla evlenmiştir o. Akraba evliliğinin yanlış olduğunu söylemiş; fakat ata korkusu, töre korkusu aklın önüne geçmiş, evlenmiştir hala kızı Tenzile’yle.
Kemal, iki çocuk babasıdır: Kızı Selma, Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde, oğlu Zafer de ilköğretimin beşinci sınıfında okumaktadır.
Arkadaşlarının tavsiyesine uyan Kemal, Karşıyaka’nın merkezinden kiralar evini. İlk yıllar maaşına ek olarak, birkaç öğrenciye kurs vermiştir. Hanımı Tenzile de iyi bir terzidir. Diktiklerini tıpa tıp oturtur kadınların üstüne provasız. Dikeceği kişiyi bir sefer görsün, gerisi tamamdır.
Son yılların üst üste gelen ekonomik krizleri herkesi etkilemiştir. En çok da Kemal’i etkilemiştir. Kimse doğru dürüst bir şey diktirmez olmuştur. Kimse, çocuklarına olur olmaz kurs aldırmaz olmuştur artık. Mevcut kurslar da öğrencinin kendi öğretmeni, kendi öğrencisinedir. Kemal:
“Ben, öğretmenin kendi öğrencisine kurs vermesini ahlâki bulmuyorum,” deyip kapatmıştır bu kapıyı. Dershanelerden gelen yarım gün çalışma önerilerini baştan geri çeviren Kemal, kendi eliyle onların kapısına gitmiş, iş istemiştir. İki üç yıl da bu bunu denemiştir. Ancak çalışmasının karşılığını bazen almış; bazen alamamıştır. Kemal’in şikâyet edemeyeceğini bilen dershane patronları, onun alın terini iç etmekten çekinmemişlerdir. O da ne yapsın, kime şikâyet etsin, “Allah versin belâlarını” deyip bir bardak su içmiştir üstlerine.
“Hem eşek gibi çalış hem de hem de paranı alama. Çalışmıyorum Tenzile Kadın, çalışmıyorum. Bakalım bundan sonra tencerende aş mı kaynatacaksın; taş mı kaynatacaksın, göreceğim seni. Kadınlığının gücü işte şimdi ortaya çıkacak. Bakalım ananın kızı mısın, göreceğiz seni. Ne yapalım kadın, cümle olumsuzluklar kapımızda sıraya girmiş!”
Tenzile’nin annesi, yoktan var eden becerikli bir Anadolu kadınıdır, bayat ekmekleri bir güzel kızartır, üstüne soğanlı salça döker, muhteşem bir yemek çıkarırdı, daha neler neler?
“Çalışma Kemal’im, çalışma. Bize sen lazımsın. Çocuklarıma, Aslan Kemal’im lazım. Sinirlerini bozup da hastanelere düşme! İnşallah bugünler de geçecek!”
Kemal, belediyeden izinsiz Kemeraltı’nda birinden aldığı korsan kitapları satmaya başlamıştır, sevgi yolunun başında. Bir ay, tamı tamına bir ay, aralıksız, fiyatının yarısına satmıştır korsan kitapları. Bir gün kara gözlüklü, çengel bıyıklı, diken diken olmuş jöleli saçlı, aksanı bozuk bir adam:
“Burada seni bir daha görmek istemiyorum, aksi takdirde kendini yok bil,” diyerek gitmiştir.
Kemal, rüzgâra inat uçan fırtına kuşu gibi ertesi gün de aynı yerde tezgâhını açar. Açar açmasına da dört beş kişilik bir grubun kitaplarını meydana toplayıp üstüne gaz dökerek ateşe vermesine bir şey diyemez, sesini çıkaramaz. Sadece diğer işportacı komşuları gibi dumanları izlemiştir. Boynu bükük Kemal, başını alıp nereye gittiğini bilmeden yürür gider denize doğru.
Sonra birden kendini önce iki üç metre havada; sonra da yerde bulur. Dalgın dalgın nereye gittiğini bilmeden, bir taksinin çarpmasıyla kanlar içinde kalır. Orada bulunanlar, birkaç adım ötelerinde olan Alsancak Devlet Hastanesi’ne kaldırırlar.
“Verilmiş sadakan varmış hocam,” der Doktor Arif. “Tanrı seni çocuklarına, eşine bağışlamış!”
Hastanede yirmi gün yatan Kemal, koltuk değneklerine dayana dayana, yanında eşi Tenzile, çocukları Selma ve Zafer’le hastanenin çıkış kapısına doğru yürür. Bir zaman orada durup mutluluklarını tekrar birbirlerine sarılarak paylaşmak isterler ve sarılırlar hem de ne sarılış, gözleri yaşartan bir aile tablosu meydana getiriler.
“Baba, senin fazla çalışmana gerek yok artık,” der Selma. “Ben hocamın ortak olduğu muhasebe bürosunda yarım gün çalışmaya başlayacağım; eğer izin verirsen.” Zafer de:
“Baba söz veriyorum, bir daha markalı ayakkabı, markalı kot falan istemeyeceğim. Ne alırsan al, istersen pazardan al giyeceğim!”
“Okuluna git gel Kemal’im sen. Devletin bize verdiği yeter de artar bile. Yalnız evimizin kirası biraz pahalı, kenar mahalleye taşındık mı, gerisi kolaydır. El birliği ile nelerin üstesinden geliriz, göreceksin! Sen üzülme Kemal’im! Seni bu hale getirenler utansın, cumhuriyet öğretmenini bu hale getirenlere yazıklar olsun! Sen bizim her şeyimsin, dünyalara değişmem!”
Gözyaşlarını saklamaya gerek duymadan sarıldı çocuklarına, sarıldı Tenzile’sine Kemal. Hastanenin bahçesinde sıkılmış bir yumruk olmuşlar, feleğin çilesine meydan okumaktadırlar adeta. Hastane pencere- sindeki hastalar dört kişilik bu güzel aileyi izlemektedir gururla. Kemal’le aynı koğuşu paylaşan Ali Amca:
“Dünyanın en iyi insanı bu öğretmen! Yarınımızı emanet ettiğimiz insanların kıymetini bilmemiz gerekir. Yazık değil mi bu garibe? Çocuklarının nafakasını çıkarabilmek için onuruyla durma- dan çalışmış. Hepsinden de önemlisi bir cumhuriyet sevdalısı, bir Atatürk aşığı. İşte ben, en çok bu yönünü sevdim Kemal’in. Ne yapayım, ben öyleyim işte, Atatürk’ü seven insanlara kanım kaynayıveriyor hemen,” der yanındakilere.
Kemal: “Bir taksi çağır oğlum, bu sefer taksiyle gidelim, haydi aslanım!”
Zafer taksiyi çağırır. Ön koltuğa Kemal, arkaya Tenzile ve çocukları oturur. “Sür kaptan Karşıyaka’ya, 75. Sokağa!”
Hastaneden yola çıkan sarı taksi, ömür törpüsü denilen İzmir’in bunaltıcı trafiğinde yavaş yavaş ilerlemektedir. Her yer araba, her yer araba. Şoför teybine arabesk bir müzik koymuş, umutsuz insanların sesini dinletmektedir bu güzel aileye. Altınyol’a çıkınca, arabayla birlikte içindekiler de derin bir nefes alır.
“Çok şükür, buraya çıktık hocam,” der taksici. Eskiden bu yollar yapılırken, çok tantana çıkarmışlar. İyi ki, ürküp de vaz-geçmemiş yetkililer. “Baksana, arı gibi işliyor yol!”
İzmir’den Çanakkale’ye, Aliağa’ya doğru giden koca koca kamyonlar, koca koca akaryakıt tankerleri de bu yolu kullanır hep. Yuvasına yiyecek taşıyan karınca sürüsü gibi durmadan gidip gelirler.
Hastaneyi, Altınyol’u geride bırakan sarı taksi, Karşıyaka 75. Sokağa vardığında saat 17’yi bulmuştur.
Temmuz 2003 Bornova