Medineliler arasında darbı mesel olmuştu. Ervâ b. Üveys. Onlar, birine beddua edecekleri zaman, “Allah, Ervâ’yı âmâ ettiği gibi seni de âmâ etsin! ” derlerdi. (İbn Hacer, FethulBari, 5,105) Ervâ bir gün, evinin arazisinin bir kısmına tecavüz ettiğini iddia ettiği Saîd b. Zeyd’i, Muâviye döneminde Medine valisi olan Mervân b. Hakem’e (İbnül Esir, Üsdül - gabe, 2, 477) dava etmişti. Saîd b. Zeyd, onun bu suçlamasına karşı, “Resûlullah’ın sözünü işittikten sonra ben onun arazisini işgal edeceğim, öyle mi?! ” diyerek kendisini savundu. Kendisine, “Peygamber’den ne duydun?” diye sorulunca, Saîd, “Resûlullah’ın (sav), ‘Kim hakkı olmadığı hâlde bir karış yeri alırsa, kıyamet günü o arazi yedi kat yer (in dibine kadar) o adamın boynuna dolanır.’ buyurduğunu işittim.” dedi. Bunun üzerine Mervân da, “Bundan sonra senden başka bir delil istemiyorum.” dedi. Sonra Saîd, “Ey Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözünü kör et ve onu o arazisinde öldür!” diye beddua etti. (Müslim , Müsakat,138) Rivayetlere göre kadın ölmeden önce kör oldu. Kör hâliyle duvarlara tutunarak dolaşırken, “Bana Saîd b. Zeyd’in bedduası dokundu.” diyordu. Sonra kendi arazisinde dolaşırken bir kuyuya düştü ve bu kuyu onun mezarı oldu. (Müslim ,Müsakat,138) Buna benzer başka bir olayda da Hz. Âişe, Abdurrahman b. Avf’ın oğlu Ebû Seleme’ye, Resûlullah’ın başkasının arazisini haksızlıkla ele geçirmekle ilgili uyarısını hatırlatır. Buna göre, Ebû Seleme ile bazı kişiler arasında bir arazi konusunda husumet vardı. Ebû Seleme durumu Hz. Âişe’ye gidip anlattığında Hz. Âişe ona şu tavsiyede bulundu: “Ey Ebû Sele-me! Sen buradan sakın! Çünkü Resûlullah (sav), ‘Kim bir karış kadar toprak için zulme-derse (kıyamet gününde) yedi kat toprak onun boynuna dolanır.’ buyurmuştu.” (Müslim, Mü-sakat 141-142) Söz konusu şahıslar arasında gerçekleşen dava ile İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren, kişilere mülkiyet hakkının tanındığı apa-çık ortadadır. Hatta hakkı gasp edilen şahısların hak arama mücadelesi, özel mülkiyetin hukukî olarak koruma altına alındığını da göstermektedir. Allah Resûlü (sav) ashâbına özel mülkiyetin dokunulmaz olduğunu anlatırken herkesin kendisine ait mülkü olabileceğini ilân etmektedir. Sahâbeden Kays b. Âsım’ın, ölmeden önce oğullarına yaptığı vasiyet de Müslümanlara bu konuda yol gösterir niteliktedir: “Siz, iyilik yapmak için mal kazanın. Çünkü mal, iyi kimse için şeref sebebidir ve onun sayesinde namerde muhtaç olunmaz.” (Buhari, Edebül Müfred 132) Her şeyden evvel mülkiyet, dinimizin izin verdiği, çalışma, miras ve ticaret gibi meşru bir yoldan elde edilmiş olmalıdır. Sonradan emek harcanarak kazanılan şeylerde olduğu üzere miras gibi doğuştan gelen birtakım haklara sahip olmak da Müslümanlar için meşrudur ve dokunulmaz olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’in (sav) Veda Haccı’nda hastalanan Sa’d b. Ebû vakkâs’ı ziyareti esnasında yaptığı tavsiye, miras yoluyla kazanılan mülkiyetin meşruluğunu gösterir. Buna göre Sa’d bir tek kızından başka kendisine vâris olacak kimse olmadığını, bu nedenle malının çoğunu sadaka olarak dağıtmak istediğini söyler. Allah Resûlü (sav) ise “Vârislerini zengin bırakman, insanlara el açan fakirler olarak bırakmandan daha iyidir. Allah’ın rızasını kazanmak için vereceğin her nafaka, hatta hanımının ağzına koyduğun her lokma, sana sevap kazandırır.” (Buhari,Megazi-78) buyurarak Sa’d’ı bu fikrinden vazgeçirir ve sahip olduğu malın kendinden sonra mirasçılarının tasarrufuna geçeceğini açıklar. Mirasla ilgili, “Ana, baba ve akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana, baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Allah, bırakılanın azından da çoğundan da bunları farz kılınmış birer hisse olarak belirlemiştir.” (Nisa 4/7) gibi âyetler de mirasla elde edilen mülkiyetin meşru kabul edildiğini göstermektedir. Resûlullah’ın (sav) birçok kez bağış yoluyla ashâbını mülk sahibi yaptığı ve ashâbın da bu yolla elde ettikleri mallar üzerinde tam olarak tasarruf sahibi oldukları görülmektedir. Örneğin Peygamberimiz, el-Kabeliyye isimli bir nahiyenin madenlerini deresiyle tepesiyle Bilâl b. Hâris el-Müzenî’ye bağışlamıştır. Ayrıca ona Kuds Dağı’nın ziraate elverişli olan yerlerini de vermiştir. Rivayette Resûlullah’ın, “Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah’ın Resûlü Muhammed’in, Bilâl b. Hâris el-Müzenî’ye verdiği yerleri bildiren bir vesikadır. Deresiyle tepesiyle el-Kabeliyye nahiyesini ve Kuds Dağı’nın ziraate elverişli olan yerlerini ona bağışlamıştır. Ona hiçbir Müslüman’ın hakkını vermemiştir.” ifadelerini içeren yazılı bir belgeyi Bilâl’e verdiği de bildirilmektedir. (İbni Hanbel,1-306) Allah Resûlü ayrıca, annesine bağışladığı hurma bahçesini, annesi öldükten sonra diğer kardeşlerine paylaştırmadan tekrar kendi üstüne almak isteyen birine, “O bahçe, hayatında da ölümünde de kadına aittir.” (Ebu Davud, Büyü, 86) buyurarak hibenin mülk edinmenin meşru yollarından biri olduğunu ortaya koyar.
Mülkiyet edinmede en güzel yol ise alın teri ile bir emek karşılığında kazanılan mal dır. Dinimiz, mülkiyet hakkı konusunda kadın ve erkeği eşit kabul eder. “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53 / 39) âyet-i kerimesi, kadın erkek herkesi kapsamaktadır. Bu nedenle kadınların da mülk sahibi olmaları doğal kabul edilmiştir. “...Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır...” (Nisa ,4/32) âyet-i kerimesi kadının mal mülk sahibi olma hakkını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aile içinde de özel mülkiyet, diğer bir ifadeyle karı kocanın kendilerine ait mülkiyet hakları vardır. Kadın ve erkek kendi mallarından istediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptirler ve bunun için herhangi bir kimseden izin almak zorunda değildirler. Hırsızlık, kumar, rüşvet, ihtikâr ve faiz gibi İslâm dininin helâl saymadığı yolları kullanarak mülk edinmek ise meşru değildir. “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara ,2/188) âyet-i kerimesinde de bildirildiği gibi haksız olarak kazanç elde etmek üzere farklı yollara başvurmak yasaklanmıştır. Dinimiz mülkün meşru bir şekilde kazanılmasını istemekle kalmamış, onun meşru olmayan yollarla kullanılmasını ve israfı da yasaklamıştır. (A’raf,7/31) Ayrıca kişinin mülkiyetini elinde bulundurduğu malı diğer insanları zorda bırakacak şekilde kullanması ya da saklaması tasvip edilmemiş, dolayısıyla piyasada sıkıntı olduğu bir zamanda malın bir köşede bekletilip piyasaya sürülmemesi (ihtikâr) hoş görülmemiştir. (Muvatta’, Büyü, 24)