Vaiz Muharrem DEMİR


MESCİT VE CAMİİLER

Rahman’ın Evleri


         On üç sene süren çeşitli baskı, tehdit, işkence ve boykotlar neticesinde Hz. Peygamber (sav), aldığı ilâhî emirle, Medine’ye hicret etmiş, günlerdir büyük merakla yolu gözlenen bu Kutlu Elçi’nin gelişi hicret yurdunda bayram havası estirmişti. Öyle ki, Allah Resûlü’nü karşılama heyecanıyla kadınlar ve erkekler evlerin damlarına çıkmış, çocuklar ve hizmetçiler yollara dökülmüş, özlemle bekledikleri Resûlullah’ı bağırlarına basmışlardı. Sıcak ve coşkulu bir karşılanmanın ardından, Allah Resûlü’nün ilk işi bu yeni Müslüman yurdunda yapılacak olan mescidin yerini tayin etmek olmuştu.

         Allah’ın Sevgili Elçisi, hem mescidin yapılacağı mekânı hem de misafir olarak kalacağı evi belirlemek üzere devesi Kasvâ’yı serbest bıraktı ve onun, üzerine çöktüğü, hurma serip kurutulan düzlük bir alanı mescit yapımı için uygun buldu. Neccâroğulları’ndan Sehl ve Süheyl adındaki iki yetim gence ait olan bu yeri, bedelini ödemek suretiyle satın aldı. Arazi, inşaat yapımı için uygun hâle getirildi, hurma kütükleriyle kurulan kapının iki cephesine kerpiçten duvarlar örüldü, kıblesi Mescid-i Aksâ’ya doğru olan mescide giriş için üç kapı belirlendi. Sahâbe olanca gücüyle çalışıyor, Hz. Peygamber de onlara yardım ediyordu. Büyük çabalar sonucunda, Mescid-i Nebevî olarak bilinen Hz. Peygamber’in mescidi dualar eşliğinde tamamlanmış oldu.

         ‘Mescit’ sözcüğü ‘tevazu ile eğilmek’ anlamındaki secde etmek kelimesinden türeyen ve ‘secde edilen yer’ mânâsını ifade eden bir isimdir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde Müslümanların ibadet mekânları ‘mescit’ olarak anılmıştır ki, bu adlandırma oldukça manidardır. Zira Allah Resûlü, “Kulun, Rabbine en yakın olduğu an, secde ânıdır.” ( Ebû Dâvûd, Salât, 7; Nesâî, Tatbîk, 78) sözüyle Müslüman’ın ibadetinde secdenin ayrıcalıklı bir yeri olduğunu bildirmiştir. Daha sonraları içinde cuma namazı kılınan ve hutbe okunan daha büyük mescitlere, cemaati bir araya toplayan mânâsında ‘el-mescidü’l-câmi’ denilmiştir. Ülkemizde zamanla, bu tamlamanın ‘cami’ kısmı tek başına kullanılarak yaygınlık kazanmış, ‘mescit’ ismi ise müstakil olmayan, çok daha küçük ibadethanelere has kılınmıştır. İslâm dün-yasının geri kalanı ise ‘mescit’ ismini benimsemiş, Müslümanların en kutsal mekânları olarak bilinen Mescid-i Harâm, Mescid-i Aksâ ve Mescid-i Nebevî özel isimleriyle anılmaya devam edilmiştir.

         İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den bu yana, farklı inançlara mensup olsalar da insanlar her devirde, bir araya gelip topluca ibadet edecekleri kutsal mekânlar belirlemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği üzere yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mabet ‘Mescid-i Harâm’ olarak bilinen Kâbe’dir. Resûlullah da Mescid-i Harâm’dan sonra yapılan ilk mescidin Mescid-i Aksâ olduğunu haber vermiştir.

         İslâm dinini tebliğle görevlendirilen Peygamber Efendimiz ilk zamanlarda Kâbe’nin yakınlarında namaz kılmaktaydı. Evinin bir bölümünü mescit olarak ayıran ilk Müslüman Ammâr b. Yâsir olup, Hz. Ebû Bekir de evinin avlusuna bir mescit yapmıştı. Ancak kişiye özel ibadet mekânları olan bu yerlerde toplu ibadet yapılmıyordu.

         Mekke döneminde ilk Müslümanlar için tam anlamıyla mescit vazifesi gören bina, Harem bölgesindeki Safâ tepesinde yer alan ‘Dâru’l-erkam’ adıyla meşhur olan Erkam b. Ebu’l-Erkam’ın eviydi. Resûlullah’ın İslâm davetini devam ettirdiği ilk yıllarda inananların toplanma yeri olan, pek çok kişinin Müslüman oluşuna şahitlik eden ve bu özelliklerinden dolayı Dâru’l-İslâm ismiyle de anılan bu evde, Müslümanlar topluca namaz kılmış ve ibadet etmişlerdir.

         “Yeryüzü (toprak) benim için mescit ve temiz kılınmıştır. Ümmetimden kim nerede namaz vaktine ulaşırsa hemen orada namazını kılabilir.” ( Nesâî, Mesâcid, 42) sözleriyle toprağın namaz kılmak için uygun olduğunu bildiren Hz. Peygamber, Medine’de mescit inşası tamamlanıncaya kadar namaz vakti girdiğinde, bulduğu geniş ve temiz olan her yerde namazını eda ederdi. Ancak ilk dönemlerden itibaren Müslümanların kendilerine belirli yerleri mescit edindikleri görülmektedir. Nitekim Allah Resûlü henüz hicret yolculuğunu tamamlamamışken, Medine yolundaki son durağı olan Kubâ’ya vardığında kendisinden önce gelen ilk muhacirlerin burada namaz kılacak bir yer yaptıklarını ve Ebû Huzeyfe’nin azatlı kölesi Sâlim’in imamlığında namaz kıldıklarını görmüştü. Kubâ’da kaldığı süre içerisinde kendisi de burada namaz kılan Allah Resûlü bu namazgâhı genişleterek ‘Kubâ Mescidi’ diye bilinen mescidi inşa ettirmiştir. Medine’ye yerleştikten sonra da kimi zaman yaya kimi zaman da binekli olarak sık sık bu mescidi ziyaret etmiş ve burada namaz kılmış, sahâbeyi de burada namaz kılmaya teşvik etmiştir.

Mescitler İslâm’ın sembolü, Müslümanların birlik ve beraberliklerinin göstergesi, onların bir bölgedeki varlık ve hâkimiyetlerinin işaretidir. Resûlullah’ın (sav), bir ordu veya akıncı birliği gönderdiğinde onlara verdiği şu talimat bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Orada bir mescit görürseniz ya da ezan sesi işitirseniz (o bölge halkından) kimseye saldırmayınız.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 91; Tirmizî, Siyer, 2.)

         Tevbe sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/18) İslâm mabetlerini ancak inanmış gönüllerin imar edebileceğini bildiren bu âyet, aynı zamanda mescitleri mânevî anlamda imar etmek şeklinde de anlaşılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber, “Bir kimsenin mescitlere gidip gelmeyi alışkanlık edindiğini görürseniz onun  imanına  şahit olunuz.” (Tirmizî, Îmân, 8;) sözünü bu âyetle açıklamış, mescitlere devam etmenin gereği üzerinde önemle durmuştur. Resûl-i Ekrem mescit yolunda atılan adımların sevap kazanma vesilesi olduğunu söylemiş, namaz için mescide giden bir müminin her gidiş gelişi için Cenâb-ı Hakk’ın ona cennette bir konak hazırlayacağını bildirmiştir.

         O, zorluk ve meşakkatlere rağmen abdesti eksiksiz ve âdâbına uygun almanın, mescitlere sık gidip gelmenin ve bu yolda çokça yürümenin, bir namazdan sonra diğerini hevesle beklemenin, mânevî dereceleri yükseltip hataları sileceğini ifade etmiştir. Karanlık gecelerde mescide gidenlerden övgüyle bahsetmiş, namazı beklemek için mescitte bulunanların, bu süre içinde âdeta namazdaymış gibi sevap kazanacaklarını haber vermiştir.

         Allah Teâlâ’nın, kalbi mescitlere bağlı olan kimseleri kıyamet günü arşın gölgesinde gölgelendireceğini müjdelemiş ve O’nun, mescitlerde ibadete devam eden kullarına olan memnuniyetini, “Müslüman bir kimse mescitleri namaz ve zikir için kendine yer-yurt edindiğinde, Allah onun bu durumuna, ailesinin gurbetten dönen kişiye sevindiği gibi sevinir.” (İbn Mâce, Mesâcid, 35;İbn Hanbel, II, 328) sözleriyle tasvir etmiştir.

         Peygamber Efendimiz mescide gelmek isteyen kadınlara mâni olunmamasını istemiş, rahatsız olmamaları için mescidin bir kapısını onlara tahsis etmeyi uygun görmüştür. Hz. Ömer de, daha sonra erkeklerin bu kapıdan girmesini yasaklamıştır. Ayrıca namaz kılamayacak durumda olsalar dahi büyük küçük bütün kadınların bayram namazlarında namaz kılınan alanın yanına gelerek bayram coşkusunu ve bereketini paylaşmalarını tavsiye etmiştir.

 

         İslâm dininde sadece Allah için secde edilen, yalnızca O’na dua ve ibadet edilen, özel mekânlar olan mescitler, bizzat Resûlullah tarafından ‘Allah’ın evleri’ olarak anılmış ve böylece her mescit ‘Allah’ın evi’ kabul edilerek Müslüman hayatının merkezine yerleşmiştir. Müslümanların kutsal mekânlar olan mescitlere girerken bu bilinçle hareket etmeleri ve mescit içerisinde bulundukları müddetçe mescit âdâbına uygun davranmaları istenmiştir.

 

         İnananlar için en güzel örnek olan Hz. Peygamber, hem hâl ve hareketleri hem de sözleriyle onlara ve bizlere mescit âdâbını öğretmiştir. Yeterli cemaatin olduğu yerlerde mescit yapılmasını emrettikten sonra ibadetgâh olarak belirlenen bu mekânların temiz tutulmasını ve güzel kokularla kokulandırılmasını tavsiye etmiştir.

 

         Resûlullah, mescitte bulunduğu sürece müminin vakar ve sükûnetle hareket etmesini gerekli görmüş, bu sükûneti bozacak her türlü söz ve davranıştan ashâbını men etmiştir. Örneğin mescitte kayıp ilânı yapmayı ve alışverişte bulunmayı yasaklamış, cemaate yetişmek niyetiyle bile olsa cami içinde koşuşturmayı uygun bulmamıştır. Peygamber Efendimiz mescitte başkalarını rahatsız etmemenin gereği üzerinde önemle durmuş, “Her kim sarımsak veya soğan yemişse bizden ya da mescidimizden uzak dursun ve evinde otursun.” (Buhârî, İ’tisâm, 24) buyurmuştur.

 

         İçerisinde derin bir saygı ve edeple hareket edilmesi gereken mescitler, Allah’ın evleri olduğundan huzur ve sükûnetin kaynağıdır. Kimi zaman hayatın karmaşası içinde insanların nefes almasını sağlayan ve onları mânevî yönden tatmin eden bir rahatlama yeri, kimi zaman çaresizler ve kimsesizler için bir sığınak, kimi zaman da yalnızlıktan bunalan ruhların sosyalleşmesine katkıda bulunan toplumsal bir me-kândır. İslâm kardeşliğinin ve birlikteliğin sembolü olan mescitler, bir kişinin ya da zümrenin tekelinde olmadığı gibi, kadın erkek, genç yaşlı her yaştan ve her sınıftan Müslüman’ın rahatlıkla ziyaret edip ibadetlerini eda edebilecekleri yerlerdir.

         Kaynak : HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR