Vaiz Muharrem DEMİR


MÜKELLEFİYET İnsani Yükümlülük

"...Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de kulları için zorluk değil kolaylık istediğini, hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyeceğini, herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutacağını beyan etmiştir..."


         Yüce Yaratıcı insanı topraktan var etmiş, onu en güzel şekilde yaratmış, işitme, görme, akletme, düşünme kabiliyetleriyle donatmıştır. Zayıf bir yapıda yaratılmıştır ayrıca insan. Aceleci ve hırslı bir tabiatı, yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökebilecek bir potansiyeli vardır. Ancak Yüce Allah ona değer verip kendi ruhundan üflemiş, onu yeryüzünün halifesi kılmış ve ağır bir insanî yükümlülükle onu baş başa bırakmıştır: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” ( Ahzâb, 33/72) Âyette geçen “emanet”, insanın bedenî, ruhî, dinî ve ahlâkî bü-tün vecibe ve yükümlülüklerini dile getiren önemli bir kavramdır. İnsan bu emaneti yüklenmekle kendi fıtratına, toplumdaki insanlara, çevresindeki varlıklara ve Yüce Allah’a karşı birtakım yükümlülükleri olduğunu kabul ve itiraf etmiştir. Bu, bir bakıma onun yeryüzündeki varlık nedenidir. İnsan yüklendiği emanet ve mükellefiyet sayesinde bir yandan varlıklar içinde özel ve seçkin konum elde ederken, diğer yandan bu mükellefiyetin gerekleri konusunda ağır bir yükün altına girmiştir.

         Aslında yerde ve gökte olan her şey, kısaca tüm mahlûkat Yüce Allah’a lisan-ı hâlleriyle ibadet etmekte, hamd ve tesbihle O’na karşı yü-kümlülüklerini yerine getirmektedirler. Bu meyanda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Görmedin mi, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir.” ( Hac, 22/18) Hâl böyle iken yerdeki ve göklerdeki her şey kendi hizmetine sunulan, gizli ve açık binlerce nimete sahip olan insanın Rabbine kulluk etmemesi, O’na karşı yükümlülüğünü yerine getirerek tazimini göstermemesi düşünülebilir mi? Yüce Allah, kendisine kulluk edebilme kabiliyetini insan fıtratına yerleştirmiş, hayatın ve ölümün, “kimin daha güzel işler yapacağını sınamak için" var olduğunu beyan etmiştir. O, insanın yalnızca iman etmesinin, kurtuluşuna ve Allah katında mükâfata nail olmasına yetmeyeceğine dikkatimizi çekerek, “İnsanlar sadece "inandık" demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebût, 29/2) buyurmuştur.

         Kur’an’da olduğu gibi, hadislerde de iman - amel bütünlüğü söz konusudur. Bir defasında uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra İslâm dinini öğrenmek için Medine’ye gelen Abdülkays kabilesinden bir heyete Allah Resûlü yalnızca Allah’a iman etmelerini emretmiş ve “Yalnızca Allah’a iman etmek ne demektir, bilir misiniz?” diye sormuştu. Onlar, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” diye karşılık verince Hz. Peygamber, “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna iman etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetlerden beşte birini vermektir.”   ( Müslim, Îmân, 24) buyurmuştu. Kur’an’da müminlerden bahsedilirken, “Onların secde eseri olan alâmetleri yüzlerindedir.”( Fetih, 48/29) buyrulması da ibadetin, imanın göstergesi olduğunu vurgulamaktadır.

         İslâm, her konuda olduğu gibi ibadet hayatında da dengeli ve tutarlı davranmayı tavsiye eder. Dinimiz, güç yetiremeyecekleri işler ve ibadetlerle insanları sorumlu tutmaz. Bu çerçevede Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de kulları için zorluk değil kolaylık istediğini, hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyeceğini, herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutacağını beyan etmiştir. Sevgili Peygamberimiz de, “Güç yetirebileceğiniz amelleri yapmaya gayret ediniz.” ( Ebû Dâvûd, Tatav-vu’, 27) buyurmuştur. Eşi Hz. Âişe’nin hiç uyumadan namaz kılan bir kadını kendisine tanıtması üzerine de, “Olmaz ki! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin. Allah’a yemin olsun ki, Allah usanmaz da siz usanırsınız. Allah katında ibadetlerin en değerlisi, sahibinin devamlı yaptığıdır.”() diyerek insanları güç yetiremeyecekleri ibadetlere kalkışmamaları gerektiği konusunda uyarmıştır. Bu bağlamda basur hastalığından dolayı rahat oturup kalkamayan İmrân b. Husayn’a namazı, “Ayakta kıl, gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan yatarak kıl.” (İbn Mâce, İkâmet, 139) tavsiyesinde bulunmuş, kendisi de hastalandığında namazını oturarak kılmıştır.

         Asr-ı saadette yaşanan şu hâdise, Peygamber Efendimizin ibadetler konusunda katı uygulamalara karşı gösterdiği tepkiyi yansıtması bakımın- dan çok önemlidir: Câbir b. Abdullah anlatır: “Bir sefere çıkmıştık. İçimizden bir adamın başına bir taş geldi ve başı yarıldı. Sonra bu adam ihtilâm oldu. Yanındakilere, "Benim başım yaralı, teyemmüm edebilir miyim?" diye sordu. Onlar, "Suyu kullana-bilme imkânın varken, teyemmüm etmeni uygun bulmuyoruz." dediler. Bunun üzerine adam gusül abdesti aldı ve (yarası su ile temas edince) öldü. Onunla beraber olanlar Hz. Peygamber’in huzuruna geldiklerinde bu olayı ona haber verdiler. Bunun ü-zerine Hz. Peygamber, "Onu öldürdüler, Allah da onların canını alsın. Bilmediklerini sorsalardı ya! Cehaletin ilacı sormaktır. Onun teyemmüm etmesi, yarasının üzerine bir bez bağlayıp sonra üzerine meshetmesi ve vücudunun geri kalan kısmını da yıkaması yeterliydi." buyurdu.( Ebû Dâvûd, Tahâret, 125)

         Yüce Allah, bir kimseyi ancak ona verdiği ile yükümlü kılar. Peygamberimizin, “İnsan, hesap günü, hayatını nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerede harcadığından, ne gibi işler yaptığından, bedenini nasıl yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın huzurundan ayrılamaz.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 1) hadisi bu yargıyı destekler. Yani zengin olmayan bir Müslüman, zekât, hac, kurban, sadaka-i fıtır gibi malî gücü gerektiren ibadetlerle; sağlığı elverişli olmayan bir Müslüman oruç gibi sıhhati gerektiren ibadetlerle mükellef olmaz. Namazda ayakta duramayan bir kimse ayakta durmakla, su bulamayan veya bulup da kullanma imkânı olmayan bir kimse de abdest ya da gusülde azalarını yıkamakla mükellef değildir.

         Ayrıca İslâm’da fertlerin ibadetlerle yükümlü olmalarını sürekli ya da geçici olarak kaldıran birtakım hâller de mevcuttur. Bu hususta Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, akıl hastalığına duçar olandan aklı başına gelinceye kadar ve ergenlik çağına gelinceye kadar çocuktan.” ( Ebû Dâvûd, Hudûd, 17.) Bu bağlamda uyuyup ya da unutup namaz vaktini geçiren bir kişinin durumu Hz. Peygamber’e sorulmuş, o da böyle bir namazın kefaretinin uyanınca ya da hatırlayınca kılmak olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz, uykudan uyanamamaktan dolayı namazı kaçırmanın büyük bir hata olmadığını, asıl büyük suçun bir sonraki vakit girinceye kadar namazı kılmayarak ihmal etmek olduğunu ifade etmiştir. Allah Resûlü uykulu kişinin ne dediğini bilemeyeceği için namazını biraz uyuyup dinlendikten sonra kılmasını istemiştir. Şu hâlde, İslâm’da kişinin mükellef olmasının şartı akıl ve idraktir. İslâm âlimleri mükellefin akıl ve kavrayış sahibi olması gerektiğinde görüş birliği içindedirler. Akıl ve idrak sahibi olmayan varlıkların yükümlü olması düşünülemez.

         Her ne kadar bulûğa erene dek ibadet etmekle yükümlü olmasalar da Hz. Peygamber döneminde çocukların ibadet hayatının içerisinde olduğu müşahede edilir. Resûl-i Ekrem, çocukların yedi yaşından itibaren namaza başlatılmalarını tavsiye eder, kendisi de namazlarını kimi zaman torunlarıyla birlikte kılardı. Medine Mescidi’nde vakit namazlarında bile Peygamber Efendimizin arkasındaki cemaatte bir saf oluşturacak kadar çok çocuk bulunması ibadete alışan küçük yürekleri gösteriyordu.

 

         Akıllı, idrak sahibi, ergen her mümini Allah’a ibadet etmekle sorumlu tutan dinimiz, insanın ibadetin dengesini yitirerek bedenine ve ruhuna eziyet etmesine asla müsaade etmemiştir. Allah Resûlü, “Din kolaydır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında âciz kalır. Bunun için aşırıya kaçmayın, dosdoğru yolu tutun ve (Salih amellerden alacağınız mükâfattan ötürü) sevinin. Sabah, akşam ve gecenin bir kısmında (dinç olduğunuz vakitlerden) yararlanın (ki taat ve ibadetinize devam edin).” ( Buhârî, Îmân, 29) buyurmak sureti ile ibadetlerde ölçülü olmayı emretmekte, tekliften tekellüfe yani zorlamaya doğru bir gidişata müsaade etmemektedir. Bu çerçevede, Sevgili Peygamberimiz ibadetlerde aşırılıklara asla taviz vermemiş, itidalden uzaklaşarak ifrat ve tefrite düşenleri uyarmış, kendisi de mutedil bir ibadet hayatının örneklerini yaşantısıyla sunmuştur. Nitekim kendisine ibadetleri soran bir kimseye namaz, zekât, oruç ve hac ibadetinin Allah’ın emri olduğunu söylemiş, bunun üzerine muhatabının, “Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin olsun ki bunlardan ne fazla yaparım ne de az!” demesi üzerine Resûlullah (sav), “Eğer sözüne sadık kalırsa mutlaka cennete girer.” ( Nesâî, Sıyâm, 1) buyurmuştur.

 

         Yüce Allah insanı kendisine kulluk etmesi için ve kulluk edebilecek kabiliyette yaratmış, aklı başında ve ergen olan her mümini farz ibadetleri yapmakla sorumlu tutmuştur. Kişinin ibadetle mükellef olmasının çerçevesi, ibadete güç yetirebilmesi ile çizilmiştir. Dinimiz bu bağlamda hiç kimseyi gücünün yetmediği ibadetlerle sorumlu tutmamış, akıl, idrak ve iradeyi ibadetle mükellef olmanın şartlarından saymıştır. Bu nedenle kişinin, akletme ve idrak kabiliyetinin bulunmadığı uyku, baygınlık, delilik, çocukluk gibi durumlarda ibadetle mükellefiyeti kaldırılmış; aynı şekilde kişi unutma, yanılma ve başkası tarafından zorlanma sebebiyle yerine getiremediği ibadetlerden dolayı da sorumlu tutulmamıştır. Fakat böylesi durumlar için Kâinatın Efendisi ve müminler, Yüce Yaratıcı’ya şu şekilde yakarışta bulunmuşlardır: “Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”

( Bakara, 2/286)

 

Kaynak: HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR