İlknur BURSALI


Muzaffer İZGÜ İle Röportaj


     İnsan çocukluğundan başlayarak severek okuduğu, kütüphanenin sessizliğine sobanın duvara yansıyan ateşi eşliğinde derin dünyalara daldığı bir kahramanın gerçekten satırlar arasından çıkıp birden karşısında görünce ne söyleyeceğini, nereden başlayacağını bilemiyor.

    Geçtiğimiz günlerde Öyküde gülmeceyi her zaman canlı tutmayı başaran eserlerinde güldürürken düşündüren değerli yazarımız Muzaffer İzgü ile bir röportaj gerçekleştirdik.Belki de hayalini bile kuramayacağım kadar uzak bir isimdi benim için ama hayalin gerçeğe uzanan yolculuğunun unutulmaz kahramanı ile gerçekten nefes almadan okuyacağınızı tahmin ettiğim bir söyleşi yaptık.Muzaffer hocamız ile uzun zamandır sık sık bu çalışma üzerinde konuşma ve buluşma şansım oldu.Yaşamayı anlamlı kılan değerleri onunla yeniden fark ettim.İçinde yaşadığımız toplumu gözlemenin Muzaffer İzgü’nün sevecen yaklaşımı ve gerçekliği somutluğuyla yaşanılan çevreyle anlattı bizlere.

      Kendisinin kitaplarında anlattığı olaylar hemen her gün hepimizin yaşamış olduğu olaylar kadar tanıdıktır. Atasözleriyle, deyimlerle, yerel sözcüklerle zenginleştirdiği halk diline edebi ustalığın kalemiyle durulaştırılmış Türkçesinin de etkisiyle okurların ellerinden bırakmadığı kitaplarla buluşturur bizleri.Bu buluşma aynı zamanda bilindik,sahiplenilmiş bir yazarla olur ve okurları arttıkça artar.

 

      Çocuk Edebiyatına kattığı değerlerle buluşmanın keyfini, kitap serüvenindeki kahramanların her birinde hayatımızın nice eksik parçasını bulabileceğimiz farkına varabileceğimiz öyküleri, insani duyarlılıkla yaşamın olumsuzluklarını gülmece yoluyla birleştiren oyunlarıyla çocuk kitaplarıyla ve romanlarıyla tamamlanan 84 yıllık bir serüven.Onun konuları insandır,yaşanmışlardır,saflığıyla tüm yalınlığıyla sevgidir tüm yazdıklarının özünde içi içine sığmayan dolup dolup taşan coşku dolu satır aralarında gülmeceyle yoğrulan okuruyla buluştuğunda yüreklerde yankılanan o sesin yüreğimizden kopup gelen o sesin tek sahibidir o kendisine bugüne kadar edebiyatımıza kazandırdığı ölümsüz eserleri bizlere ışık tutarak aydınlık düşünen bireyler olmamızı sağladığı için tekrar teşekkür ediyor sizleri daha fazla bekletmeden Muzaffer İzgü ve satır aralarına sığamayacak kadar uzun ve coşkulu yaşanmış bir ömrün duygularına ortak olmaya davet ediyoruz şimdiden iyi okumalar.

 

Muzaffer İzgü kimdir nasıl dünyaya geldi işte bu noktada sıra dışı bir merhabanız var yaşama? Bizimle paylaşır mısınız?

        -Bando mızıkayla dünyaya geldim; gerçekten bando mızıkayla!

Yıl 1933,aylardan Ekim, günlerden 29,yani “Onuncu Yıl”…”On yılda on milyon genç yarattık her yaştan” diye marşların söylendiği Cumhuriyetin Onuncu yıldönümü…

            İşte o gece annem tutturmuş da tutturmuş ,”Fener alayını izleyeceğim” diye.Babam,”Yahu avrat,ayın,günün,sancın mancın tutar,hem bu karınla demiş.Ama annem ,hiç öyle coşkulu bir günde evde oturmak ister mi?Komşu kadınlardan biriyle çıkmışlar evden,bir yaşındaki abime annemin kucağında.Fener alayını eve en yakın izleme yeri olsa olsa  Saathane’nin orası.Annemle komşu kadın bezirganların önündeki daracık kaldırıma dizilmişler, insanların arasına sokulmuşlar.Ama nasıl kalabalık,iğne atsan yere düşmez.Az sonra bando öteden görünmüş.”Uy anam”.annemdeki sancı…Kaldırıma adım atacak yer yok,yan yön insan,gerisi dükkan.O sıra ,bando da gelmiş dayanmış annemin önüne polisler yol vermişler anneme ,”Yürüyün bandonun ardı sıra,ilk sokaktan sapın içeri”diye.Bando önde,annem,ben,abim,komşu kadın ardına ,fener alayı bizim arkamızda,ha doğdum ha doğacağım.Annemi eve dar yetiştirmişler.Tastamam eve geldikten on dakika sonra ben doğmuşum.

 

        Her zaman dile getiriyorsunuz yoksul bir çocukluk, zor ve çetin mücadeleler içeren bir yaşam o yıllar nasıl geçiyordu sizin gözünüzde? Zıkkımın Kökü kitabı da neredeyse birebir sizin yaşam öykünüz. Çok sayıda ödüller aldı Kültür Bakanlığı Adana “Altın Koza”(5 Dalda)Hinistan Udaipur “Altın Fil”Tokyo “Asya’nın En İyileri İspanya “En İyi Yönetmen” Paris”Cine Junior En Büyük Film ödülleri aldı.

 

      - Evet beni halk üç yıl yatılı okuttu, içirdi, çamaşır, ayakkabı aldı, hamama gönderdi beni. Ben bu borcu, halkın iyiliğini nasıl unuturum? Yoksa ben Adana’da şimdi ‘boş-boş’çuydum! Her şeyi çok net anımsıyorum.5 yaşında falandım. Bir ev… Bizim ama kimsenin evine benzemiyor çerden çöpten yapılmış. Adana’da ‘kargıdan yapılan evler’ derler. Babam küçük iki pencere açmış, kapanmazdı. Yoksul adamcağız, gitmiş eskiciden de çıkıntı ikinci el çinko almış. Onu da dama çakmış. Yemek odası, yatak odası, oturma odası, konuk odası mutfak hatta banyo! Annem beni leğende yıkardı. Bir kova getirir, bir tas su döker ‘Yandım anne!’ diye fırlarım… İkinci tası döker, bu sefer ‘dondum anne!’ diye bağırırım. Bizim banyomuz yana-dona biterdi. Doğru-dürüst havlumuz bile yoktu. Annem eski fanilaları birbirine dikmiş havlu yapar onunla bizi kurular, ‘Sıradaki gelsin’ derdi.Hiç unutmuyorum

 

Muzaffer İzgü kaç kardeş

       5 kardeştik ve geceleri bardak gibi dizilir, yere yatardık. En başa babam yatardı. Masamız, sandalyemiz hiç bir şeyimiz yoktu. Yanına annem yatardı… İki ablam, iki de ağabeyim vardı. İnanır mısınız, bazen iki kişiye bir yorgan düşerdi. Dünyanın en tembel kedisi de bizim kedisiydi. Kim çok üşüyorsa, onu sırtına koyardı. Ne tembel bir kediydi o! Tekir evin bir bireyiydi ama… Çok değer verirdik, sofrada birlikte olurduk. Onun da iki kara zeytin hakkı vardı. Tekir oturur sofraya, ağzına alır kara zeytini, çekirdeğini suratımıza atardı.

 

O yıllara dönersek unutamadığınız soğuk kış anılarınız var Adana Halkevi Kütüphanesi belki de yazar olmanızın ilk adımlarını attığınızı bilmeden yaşadığınız anılar…

 

Evet çok doğru kızım; Şubat ayında bizim evde yakacak biterdi. Yakacak dediğimde, babamın çok basit kömür tozlarından yaptığı kömür... O biterdi… Okuldan geliyorum, şemsiyem yok, paltom yok, ıslanıyorum… Nerede kurulanacağım? Nedim vardı. Nedim belki şimdi olsa özel okula giderdi. Durumları iyi... Durumu iyi olanların da evleri bize yakın... Babam sanki numunelik yapmış bizim evi! Nedim beni evlerine götürürdü, orada kurulanır, ısınırdım. Bir gün ‘Seni bugün götüremeyeceğim Muzaffer, ablamın nişanı var’ dedi. ‘Sana bir yer söyleyeyim bugün oraya git sen’ dedi. Nedim tarif etti, çok da uzak değildi. Adana Halkevi Kütüphanesi, hiç unutmam! Tarif etti filan ” Nedim orası neresi” dedim, “Halkevi’nin kitaplığı” dedi. “Soba yanıyor mu orada” dedim, “Hem de nasıl” dedi. “Peki benden para isterler mi?” dedim, “Yok istemezler” dedi. Nasıl yağmur yağıyor dışarıda… Benim paltom da yok, şemsiye zaten bilinmez o zaman; babamın tencere gibi bir şapkası vardı, giyince kulaklarım da içine girerdi, yağmurlu günlerde annem onu verirdi bana. Giydim kafama onu, yağmurun altında koş koş buldum Halkevi binasını. Korka korka içeriye girdim, kapıyı açtım, içerisi öyle sıcaktı ki… Yani bir çocuk düşünün, 2. sınıftaydım, 8 yaşındaydım o zaman, çikolata istemiyor, elma istemiyor, sadece ısınmak istiyor. Burnumun ucundan, kulaklarımdan, çenemden sular şıpır şıpır damlıyordu. Soba beni mıknatıs gibi kendi çekiyordu böyle.Kapıdan içeri girdim, sırılsıklam... Bir gözlüklü amca karşıladı beni, ‘Sen havuza mı düştün oğlum’ dedi. ‘Yok’ amca dedim. ‘Sen niye geldin buraya?’ dedi. ‘Üstümü başımı kurutacağım, sonra da dersimi yapacağım’ dedim. O güzel amca ceketimi çıkardı, sandalyeye geçirdi. Bana da bir yer gösterdi. Sandalyeyi de sobanın yanına çekti ve ‘Otur çocuğum’ dedi. Kocaman bir mendilim vardı. Onu çıkardım; saçlarımı, burnumu, çenemdeki yağmur sularını sildim. Bir ısındım bir ısındım... Bir çocuk düşünün ki; ikinci sınıfta o zaman, kulaklarının ucu kırmızı, parmaklarının ucu kırmızı... Sobayı nasıl seviyorum o anda... Isındıktan sonra dersimi de yaptım. Sonra bir baktım köşede bir abla çocuklara kitap veriyor. Sordum çocuğa ‘Parayla mı?’… ‘Yok’ dedi ‘ödünç’. ‘İstesem bana da verir mi?’ dedim ve ‘evet’ dedi. Çok yazara sorun ilk okuduğu kitabı bilmez... ‘Ablacım bana da bir kitap verir misiniz?’ dedim. Baktı, baktı ve ‘Define Adası’nı uzattı. İlk okuduğum kitaptır o. Bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti... Aman ne macera! Dağlar, denizler, korsanlar falan… Kaçıncı sayfadayım bilmiyorum. Omzumu dürtüyor biri… ‘Küçük! Küçük! Burayı kapatıyoruz…’ Bir baktım akşam olmuş. ‘Kitabı eve götürebilir miyiz?’ dedim, izin vermediler. Görevli, ‘Bak altına Muzaffer İzgü yazacağım, yarın gel oku’ dedi. İkinci gün, günlük güneşlik... 15.10’da son zil çalardı bizim… Koşa koşa gittim oraya... Önce dersimi yaptım ardından ablaya gittim, kitabı aldım. İkinci günden sonra benim ikinci evim ya Adana Halkevi Kütüphanesi’ydi ya Ramazanoğlu Kütüphanesi... İnanın sokaklarda koşturmadım, top oynamadım, uçurtma uçurmadım, çelik çomak oynamadım… Okumayı seviyordum. Annem beni aradı mıydı gelirdi cama yakın otururdum. Üç kere cama vururdu.2. sınıfla 5. sınıf bitene dek tahmin ediyorum 250-300’e yakın kitap okudum.O yıllarda çeviriler de gelmeye başladı 1942 yılından sonra... Okuyorum, anlamıyorum, o çevirileri daha sonra yine okumak zorunda kaldım.Şu anda bile ben iki elim kanda olsa günde en az 150 sayfa kitap okuyorum, ayda 22 dergi giriyor evimize.

İlk yazınız işte bu en merak ettiğim soru nerede yayınlandı?

      -Beni 1. sınıf öğretmenim anlamadı, 2. sınıf öğretmenim anlamadı, aynı öğretmen üçüncü sınıfta da okuttu. Ben başladım yazılar yazmaya.4. sınıfta bir öğretmen geldi. Yusuf Gülen, ışıklar içinde yatsın. Öyle bir öğretmen ki 20 dakika bize düş kurduruyor, 20 dakika da o düşü anlattırıyor... Bazen yazdırıyor. Sonradan dedi ki ‘Çocuklar yetiştirdim sizi biraz. Yazın! Bu gün konu serbest.’  Ben kıvranıyorum. Ne yazsam ne yazsam? Bir baktım pencereden bir yaprak düşüyor. Ben bu yaprağı yazacağım işte dedim. Yaprak çok üzülüyor. Gövde anne, dal kardeşleri... ‘Ben bir başıma kaldım. Ne yapacağım şimdi?’ diyor aşağıya bakıyor… ‘Ben bu dereye düşeceğim, duydum bu dereler ırmağa gidermiş, ırmakta denize gidermiş… Ben denize gideceğim. Denizde balıklar varmış, onlarla dans ederim, dalgalarla yarış ederim, özgürlüğe giderim’ diyor. Tam bir sayfa yazdım. Adı da yaprak!

 Bugün bile hatırlıyorsunuz…Gözlerinizde hala o anın ışıltısını gözlemleyebiliyoruz.

       -Tabii çok iyi hatırlıyorum. Ders günü öğretmenim en üste benim kağıdımı koydu. ‘130 Muzaffer İzgü! Ne yazmışsın, ne yazmışsın böyle?’ Ben utanıyorum, öğretmen ‘Oku arkadaşlarına Muzaffer, temize çek bunu. Yarın okulun duvar gazetesine koyacağız’ dedi. Ertesi gün öğretmenim bunu duvar gazetesine yapıştırdı. ‘Öğretmenim bir ders saati izin verin’ dedim ‘Ne yapacaksın?’ dedi. ‘Yazıma bakacağım’ dedim, izin verdi. Duvarın önüne bir gidişim var! Gidiyorum, geliyorum okuyan yok ama... Müdür odasına koştum. Maşallah müdür de 130 kilo! Yerinden kalkmıyor, ‘Sonra okurum, sonra okurum’ diyor. Yalvar-yakar indirdim. Gittim öğretmen odasına ne kadar öğretmen varsa ‘Yazım çıktı okuyun’ dedim. Hepsi indi de 4/B’ nin öğretmeni inmedi, hala küsüm! Yolda görsem konuşmam şimdi onla…(Kırgınlığı hala devam ediyor ve hala küs öğretmenine)  O bitti, sokağa çıktım, terzi çırağı, kasapçı, simitçi… ‘Bak bunu ben yazdım’ dedim hepsine… Dersi-mersi unuttum, eve koştum. Babacığım da gezgin satıcı Adana’da… O gün Adana sokaklarında ıspanak satmış. Bağırdım: Babacığım benim yazım çıktı! Babam ‘Hangi gazetede oğlum’ diye sordu, ‘Duvarda baba’ dedim. ‘Ne duvarı oğlum’ dedi, anlattım. ‘Duvar gazetesi baba’ dedim. Babam, ‘Okulu kapatırlar, hemen koşa-koşa gidelim’ dedi. Geldi canım babacığım! Yazıyı okudu, eğildi, iki bileğimi yakaladı puslu gözleriyle ‘Sen yazar mı olacaksın Muzaffer?’ dedi. ‘Evet babacığım, ben yazar olacağım’ dedim. Ve babama verdiğim sözü tuttum. O gün bugündür yazıyorum.

İlk okuduğunuz kitabı hatırladığınız peki  ilk yazınızı kime ve hangi duygularla yazdınız?

 İlk yazım daha hiç yayınlanmadı. Bitişiğimizde Münevver Teyze vardı ben birinci sınıftayken... Ne zaman postacı geçse açar camı “Postacı, evladım bana mektup var mı?” derdi. Postacı “yok” derdi. Anneme Münevver Teyze’ye neden hiç mektup gelmediğini sordum, “Onun kimi kimsesi yok” dedi. “Okuma-yazmayı öğreneyim ben yazacağım”’ dedim. Şubat ayının sonu, nisanın başı, yazım inci gibi… Bir beyaz zarf, bir beyaz kağıt… Yazı dün gibi gözümün önünde… İlk yazım… ‘Münevver Hanım… Bahar geldi, papatyalar açtı, gelincikler çıktı, köpekler havlıyor, kuşlar ötüyor , kediler mivaylıyor, eşekler anırıyor… Hepsi ellerinden öpüyor!’ Devrisi gün postaneye gittim, cebimde de 6 kuruş posta pulu parası var; ekmek alınıyordu o parayla. “Ne zaman alır mektubu?” diye sordum, “Yarın öğleden sonra alır” dediler. Ben ertesi gün pencerenin önünde postacıyı bekliyorum. Postacı bir göründü yüreğim güm güm atıyor, sanki yerinden çıkacak. Münevver Abla yine çıktı “Postacı evladım bana mektup var mı?” diye sordu, postacı mektubu uzattı, Münevver Abla şaştı kaldı. Hemen arkasından bağıra bağıra beni çağırdı “Muzaffeeer koş, bana mektup geldi!” diye. Okuma yazma bilmiyordu o. Koştum, okudum mektubu. Münevver Abla bana sarıldı, beni öptü, mektubu öptü…Bir kapışı var elimden o mektubu… Öptü, öptü, öptü

koynuna koydu ve inanır mısınız 3 ay sonra bu hanım öldü. Ama en acı yanı şu kızım: Öldüğünde koynunda bu mektup varmış, annem yazımdan tanımış... ‘Sen mi yazdın?’ dedi annem, ‘ben yazdım’ dedim. İlk yazım budur benim. O aranıp sorulmayan bir kadına o yaşta nasıl bir yaşama sevinciyle sıcaklığı aşılamışım.  Basılan ilk kitabım da ki bunu övünerek söylüyorum, bir çocuk kitabıdır… ‘Uçan Eşek’... Ondan sonra büyük kitapları başladı

 

 Yazarlığınız çocuk kitaplarıyla mı başladı?

     -İlk kitap bu... Ama yetişkinlere Akbaba’da tefrika oluyordu, öyküler, romanlar orada… Kitaplaşan ilk ‘Uçan Eşek’ti… Övünerek bunu söylüyorum. Ben Diyarbakır öğretmen okuluna gittim. Oraya gittiğimde eşimle tanıştık, birlikte okulun duvar gazetesini çıkarmaya başladık. Eşimin de benim de yazılarımız ve tabii arkadaşlarımızın da yazıları orada çıkmaya başladı.Bir yandan da dergilere yazılar göndermeye başlamıştım ben. Sonra öğretmen oldum, askerlik filan girdi araya. O sıralar sanırım ben yazmaya biraz ara verdim. Daha sonra tekrar yazmaya başladığımda Uçan Eşek kitabım yayımlandı Özyürek’te. Bir çocuk kitabıydı bu ve benim yayımlanan ilk kitabımdı. O günden beri kitaplarım yayımlanıyor. Önceleri Remzi’de yayımlanıyordu, tabii ben Demokrat İzmir gazetesinde de yazıyordum bir yandan, Genel Sanat Müdürü de Atilla İlhan’dı. Sonra Atilla İlhan Bilgi Yayınevi’ne geçti. O sırada da Bilgi Yayınevi’nin sahibi Ahmet Küflü, Aziz Nesin’le kavga etmiş, bütün kitaplarını kamyona yükleyip göndermiş.Ardından Atilla İlhan’a “Bize bir gülmece yazarı gerek” demiş. Atilla İlhan da “E, Muzaffer var, Remzi’de şu an ama benim can dostumdur, beni kırmaz” demiş. Sonra Atilla bana bir mektup yazdı, ben de ona yazdım “Ben gideyim Remzi Baba’dan bir helallik alayım” dedim. O sıralar Remzi Kitabevi’nin sahibi Remzi Bey daha sağdı. Gittim konuştum, durumu anlattım. Bana “Memnun olmadığınız bir şey mi var; teliften mi memnun değilsiniz, dağıtımdan mı memnun değilsiniz, sayıdan mı memnun değilsiniz?” diye sordu. “Hayır, hepsinden memnunum ama Atilla benim arkadaşım, ben onu kıramam.” dedim. O da kalktı beni öptü “Böyle dostluk kalmış mı bu zamanda” diye. O günden beri (1977) ben Bilgi’deyim; çocuk kitaplarım, diğer kitaplarım hep Bilgi’den çıkar. 

 

Sizin kitaplarınızda hep yoksulluk vardır. Genelde yoksul çocuklarının, yoksul gençlerin duyguları, onların özlemleri, mücadeleleri… Bunun nedeni kendi yaşadıklarınız, onların dünyasını daha iyi bildiğiniz için mi?

      -İnanın biz aslında bir günden bir güne ‘yoksuluz’ demedik… Yoksullukla alay ederdik. Babam sanal pirzola yedirirdi bize... Sanki kolunun altında bir pirzola paketi varmış gibi gelirdi… ‘Çocuklar hadi iki kilo pirzola aldım. Mangalı da yakmamışsınız. Söylemedim mi ben’ der, biz mangalı yakarız, o ‘yelpazeleyin’ derdi. Babam sorardı, ‘Kaç pirzola yiyeceksin Muzaffer?’… ‘3 olsun baba’ derdim, ‘Oğlum biberde koyayım mı, mis gibi kokar’ derdi… Tam babam koyarken, bizim ağzımızın suyu akarken annem yumruk vururdu: Yeter tamam oyun bitti!derdi.

 

 Mizah duygunuz babanızdan geliyor o zaman. Düşlemeyi babanız öğretti diyebiliriz.

        -Düşler içinde yüzen bir insandı ve o düşler babamdan bana geçmiş. Ve biz hep yoksullukla hep alay ettik. Yani sızlanmadık… Ama çok küçük yaştan çalışmaya başladım. Yoksullukla hem alay ediyorum, hem çalış, üret, kazan…

 

Ekmek Parası romanınız 28 baskı yaptı ve hepimiz çok sevdik kitabınızın adı nereden geliyor?

     -Babam çok hastalanırdı… Ekmeği fırından ödünç alırdık… Bir gün fırına gittim, Ramazan Amca ekmekleri saydı, koyuyor torbama… Bana dedi ki ‘Muzaffer baban iyi olmadı mı?’… ‘Ekmek vermeyecek galiba’ diye ödüm koptu! ‘Yok iyileşmedi’ dedim. Ertesi gün annem, ‘umuttur’ dedi, verdi torbayı ‘git’ dedi… Ben de ‘Anne vermeyecek ekmek’ dedim. Gittim, Ramazan Amca başladı, ekmekleri dolduruyor, bir sevindim… Bana ‘Muzaffer fırında çalışır mısın?’ dedi. 4. sınıfım daha… ‘Ne yapacağım?’ dedim. ‘Hamur tartacaksın, senin işin o, çok kolay bir iş ama gece 3.30’da geleceksin’ dedi… Anneme sordum, ‘Ne yapalım’ dedi, izin verdi. Sabah 7’de işim bitiyordu benim... Düşünün gece işçisi 4. sınıf çocuğu! Ama o torbada ekmeği eve götürmek, borcumuzun her gün silinmesi oradan… Yola çıkardım, köpeğimiz Akkuş götürürdü beni... Bir de bekçi beni tanırdı. Üzülürdü benim çocuk yaşta çalışmama… ‘Ben arkadan geliyorum oğlum sen git’ derdi. Sokağa çıkar çıkmaz, ‘Allah’ım bu evlerde de çocuklar var hepsi uyuyor. Ben ne yaptım ki böyle’ derdim… Kendi kendime konuşa-konuşa gider ama işe daldım mı hepsini unuturdum. Belki de yazdığım ‘Ekmek parası’ kitabının adı buradan geliyor. Çoğu kitabımın adını da rahmetli eşim koyardı.

 

Sizin çocuklarla ilgili öykülerinize şöyle bir baktığımızda… ‘Atatürk’ü Gördüm’ göze çarpıyor. Atatürk sevgisini anlatıyorsunuz. Atatürk’ü henüz 5 yaşındayken gördünüz ‘Anneanne’ serisinde çocuklara aile olmanın önemini, kültürümüzü anlatıyorsunuz… Çocuklar büyük bir heyecanla okuyor bu serileri. Hayvanlarla ilgili kitaplarınız var. Mavi Kedi, Akrobat Kedicik, Kınalı Keklik gibi… Bir de Hayri Potur var, sizin kahramanınız! Çok kitabınız çok kahramanınız var, biri de Hayri Potur. Niye yarattığınız bu kahramanı, nereden aklınıza geldi?

Hatta Ziya Gökalp Ortaokulu öğrencileri sizin katılımınızdan önce yayın evinden yeni bir sipariş vererek Hayri Potur Harry Potter’a Karşı kitabınızı istedi neden bu kadar sevildi Hayri Potur?

       -Çocuklar Harry Potter okuyorlardı. Harry Potter aslında çocuk kitabı değil... Bir kere hacim olarak çok kalın kitaplar… Harry Potter’ı okudum ben, bir çocuk yazarı olarak onu okumak zorundaydım. Şiddet var, ırkçılık var… Yani çocuğa şiddeti ve ırkçılığı asla!

Ve bir de benim için en önemlisi tılsım, sihir var… Gidiyorum okullara, ‘Çocuklar sihir diye bir şey var mı?’ diye soruyorum, ‘Yok yazar dede, ama Potter’ı çok seviyoruz’ diyorlar. Acaba buradan hareketle ‘Harry Potter’la alay edebilir miyim?’ dedim. Bir de kahraman lazım buna... Harry’i Hayri yaptım. Potter’ı Potur yaptım. Çok seviyor çocuklar şimdi…Hayri Potur’un doğuşu bir tepkidir bende. Ben çocukların o kitapları okumasına biraz soğuk bakıyorum…Çocuklarım da ben de seviyoruz Hayri Potur’u şimdi.

 

Çocukların severek okuduğu “Anneanne” serisini yazdınız. Bu kadar gerçek, bu kadar hayatın içinden nasıl aktarabildiniz bunları? 

     -Belki de yazarlık o. Şimdi mesela yazarlık kursları filan açılıyor, ben inanmıyorum bunlara. O kurstan öğrendiklerinle iki tane, üç tane yazarsın sonra buhar kesilir yazamazsın. Bir kere yazar çok iyi bir gözlemcidir, ikincisi çok okuyan bir insandır, üçüncüsü çok hâyâl kuran birisidir. Ben mesela düşler içerisinde yüzen bir insanım, hele bir de yürüyüşe başlayayım o düşler beynimin içerisinde dans eder. Sonra o düşlerden birisi dürter beni “Beni yaz” der. İşte böylece düş kura kura, yeteneği ve gözlemi de içine katarak rahat rahat yazabiliyorum.

“Anneanne”de de aslında ben kültürümüzü vermeye çalışıyorum. Şimdi anneanne, anne ve çocuk var; anneannedeki kültür çocuğa geçiyor. Aynı zamanda tabii bu kitaplarla bağlılığımızı sağlamaya da çalışıyorum. İşte evde baba futbolla meşgul, çocuk bilgisayarın başında hayır böyle olmaz; gelin, bir araya gelelim, sohbet edelim, bunu vermeye çalışıyorum. Yani kısaca kültür var anneanne kitaplarının içerisinde, birbirlerine saygı var, sevgi var. Bunu toparladığım için, günlük örneklerden, günlük yaşamdan girerek yazdığım için çok seviliyor.

 

Ökkeş hikâyeleriniz de seviliyor. Okurlarınıza ısrarla Keloğlan okumayın Ökkeş okuyun diyorsunuz? Ökkeş  yalan söylemez, çalışkandır, dürüsttür tam bir örnek kahraman diyebiliriz…

      -Evet, o da çok sevilir. Ben Ökkeş’te bilerek bir anne figürü koymadım, annesi yoktur Ökkeş’in. İstedim ki annesi olmayan çocuklar da mutlu, başarılı olabilsinler. Bunu gösterebilmek için anne koymadım. Bir de çok kızdığım bir şey var. Ökkeş’i Keloğlan’a benzetiyorlar, bazı yerlerde öyle çiziyorlar, bunları hiç sevmiyorum. Çünkü Keloğlan tembeldir, hileyle yener karşısındakini, çalışmaz, annesinin sırtından geçinir, gözü padişahın kızındadır, yalan söyler, tam bu düzenin insanıdır. Keloğlan gibi bir karakterim benim asla yok ve ben öğretmenlik yıllarımda da Keloğlan’ı okutmadım. Benim Ökkeş’im emekçidir, benim Ökkeş’im üretir, benim Ökkeş’im yalan söylemez, çalışkandır, annesi olmadığı hâlde mutludur, yaşama bağlıdır.
 

Henüz 5 yaşındayken de Atatürk’ü görmüşsünüz o güne dair neler anımsıyorsunuz?

  -Evet kızım, çok önemli o da benim için. Şimdi o zamanlar babam bu Saathane’nin oralardaki bir kahvede garson olarak çalışıyor. Patrona “Yarın Atatürk gelecek, ben çocuklarımı oraya götüreceğim, o büyük, dahi insanı görsünler.” demiş; tabii ben  tarihi sonradan öğreniyorum: 23 Mayıs 1938. Patron da “Çayı kahveyi kim taşıyacak gidersen?” demiş. Babamın yanıtına bakın: “İstersen işime son ver,ben çocuklarımı götüreceğim” demiş. Devrisi gün annemin elinde bir kara torba, babamın elinde bir testi yola çıktık.Adana’da, Atatürk Parkı’nın daha ötesinde, şimdiki istasyona yakın alan bomboştu, Atatürk oraya gelecek demişler, gittik oturduk. Meğer annemin elindeki kara torbanın içinde zeytin ve ekmek varmış; onu bir güzel yedik, testiden sularımızı içtik, “Atatürk geliyor” dediler, herkes ayağa fırladı. “Babaa!” filan diyorum, alkışlıyorum ben de. Babam beni omuzlarına aldı adamcağız, bir gördüm Atatürk’ü nasıl heyecanlandım “Baba bak Atatürk baba” filan diyorum, neredeyse arka üstü gidiyordum, babam zor yakaladı beni.Atatürk’le aram 20 metreydi, oradaki son sözleri hâlâ aklımda: “Çok çalışacağız arkadaşlar” dedi, kürsüden indi ve gitti. O sözler benim beynime kazındı. Belki de ondan çok çalışkan bir insanım ben. Şu an 84 yaşındayım ve hâlâ böyle hep yarına bir işim var.

Atatürk öldüğünde de biz 4 çocuk elektrik direğinin dibinde ağlamaya başladık, ağlıyorum ama neye ağladığımı bilmiyorum tabii. “Atatürk ölmüş” dediler, ağlamaya başladılar, ben de ağladım. Koştum sonra eve gittim “Anne Atatürk ölmüş” dedim, Nuri Amca diye bir akrabamız vardı yakınlarda götürüp toprağa koymuştuk, “Nuri Amca gibi mi oldu anne?” dedim. Annem “He oğlum he” dedi. Benim bir gidişim var arkadaşlarımın yanına, nasıl ağlıyorum… Çünkü benim beynimde Atatürk ölmez, öyle büyük bir insan ölmez. Işıklar içinde yatsın, büyük insanım benim.

 

Öğretmenlik yaptığınız dönemlerinize dönecek olursak nerelerde öğretmenlik yaptınız ve öğretmen olmaya nasıl karar verdiniz?

       -Ben öğretmen olabilirim dedim kendi kendime.Yaşamımı değiştireceğim,kendimi değiştireceğim.Öğretmenim Yusuf Gülen’in etkisidir bu.”Ben öğretmen olacağım,çocuklarla ilgileneceğim;belki de okuttuğum,yetiştirdiğim çocukların içinden bir yazar çıkaracağım dedim.Çocukları  çok seviyorum ben.Öğretmenliğim hiçbir zaman okulla sınırlı kalmadı,hayatım oldu.Çocuklara ve gençlere tutku derecesinde sevgi ve saygım var. Silvan, Diyarbakır ve Aydın’da öğretmenlik yaptım. Öğretmenlik anlamında, müfredat programına ben hiç uymazdım.1 ay tiyatro okuturdum, 1 ay öykü, 1 ay roman, 1 ay sinema okuturdum, zaten ders yılı biterdi. Çok kişi mesela sinemayı sanattan saymazdı, biz senaryolar yazardık, film gibi oynardık onları. Küçük çocuklar roman yazamazlardı ama onlarla öyküler yazardık. Böylece çocuk, romanı da şiiri de öyküyü de severdi, ben onları klasik müfredattan kurtarırdım. Bir de şöyle bir şey söyleyeyim, çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru asla olmaz. Bunu böylece kafamıza kazımamız gerek.

 

Kitaplarınızda hep bir ilke var. Paylaşımcı, emeğe, topluma, insana saygıyı aşılayan okurları kendi iç dünyasıyla buluşturan…Kitap bittiğinde diğerini okumak için sabırsızlanıyor çocuklar nasıl bir duygu böylesine okunuyor ve seviliyor olmak?

     -Çocuklar için yazdığım kitaplarda ilke var. Bu ilke paylaşmayı öğretmek... Atatürk ilkelerine sahip çıkmak... Güçsüzden yana olmak... Emeğe saygı göstermek... Üretmek... Doğayı sevmek... Ve bir de en önemlisi insan sevgisini çocukların kafasına yerleştirmek. Bütün içtenliğimle söylüyorum… Yakın bir zamanda televizyonda gördüm, bir genç kediyi tutmuş sallıyor, fırlatıp atıyor! İnanın o çocuk 5 kitap okumuş olsaydı o kediyi atmazdı! Şiir, roman, öykü neyse... Şimdi okullardaki bütün şeyler derstir, bilgidir. Gerekli mi? Çok gerekli tabii... Ama duyguyu nereden alacak çocuk? Çocuk matematik dersinde, tarih, coğrafya dersinde duygulanır mı? Hayır. Onu duygulandıracak şey güzel sanatlardır. O da nedir? Resimdir, müziktir, edebiyattır. Çocuğa en yakın edebiyattır. Alır eline bir şiir, roman okur. Okuduktan sonra bir duygulanma başlar çocukta ve düş kurmaya başlar çocuk... Düşün arkasından da soru sorar çocuk. Kitap okuyan çocuk soru sormaya başlar. O artık düşünen bir çocuktur. O çocuk artık sürünün koyunu değil bir bireydir, okursa… Okumayan bir insansa bunların hiç birini bekleme! Duygu da yoktur, sormaz da sorgulamaz da... Ne oluyor o zaman? Ne denirse kabul ediyor, başını eğiyor, sorgulayan bir insan olmuyor. Onun için ben çocuklara, gençlere hem bunu bir yandan aşılıyorum hem de onlardan mutlaka çok kitap okumalarını istiyorum. Ben okumayan bir insanın düşünebileceğine asla inanmıyorum. Onun için çocuklar bol kitap okusunlar.Ziya Gökalp Nurettin Kelem Ortaokulu öğrencileriyle Z Kütüphane açılışında bulundum,öğrencilerin gözlerindeki o ışığı gördüm hepsi pırıl pırıl gelecek vadeden çocuklar okul idarecilerimizi bu anlamda kutluyorum.Kütüphane bir okul için,öğrenci için çok özeldir.Yazar,okur,düşler ve gerçekleştirir.Çocuklarıma kitaplarımı imzaladım onlarla birlikte olmak çok güzeldi çocuklarımı çok seviyorum.Ve seviliyorum bu duygu inanın karşılıklı kendiliğinden oluşuyor.

 

 Siz bir yazınızda diyorsunuz ki; ‘Gülmece topsuz tüfeksiz bir silahtır, vurdu mu devirir!’ Sizin kitaplarınız bir silah o zaman diyebilir miyiz?

      -Kesinlikle, topsuz tüfeksiz bir silah! Ve gülmececi her zaman karşı olan insandır. Muhaliftir. Gülmececi diyorum çünkü ben mizah kelimesini kullanmıyorum. Mizah sözcüğü Arapça muzahtan gelir. Galat bir sözcüktür. Galat Türkçe’de bozulan sözlere denir. Ne bozulmuş bizde? Alma… Çok kaba demişiz, almayı elma yapmışız. Ana… Çok kaba demişiz anne yapmışız. Kardaştır aslı, kardeş demişiz. Muzah da çok kaba gelmiş, mizah yapmışız. Ben ‘gülmece’ derim, Aziz Nesin de derdi. Gülmece gerçekten topsuz tüfeksiz bir silahtır. Vurdu mu devirir! Ama gerçek gülmece… İşte gerçek gülmececiyi okurken insan, neye, kime, niçin güldüğünün ayırtına varır. Düşünür ondan sonra ‘Niye bu böyle?’ diye… Gerçek gülmececinin görevi budur. Eğer gülmececi karşıdakini etki yapmıyorsa, okuyan kişi benim gibi düşünmüyor veya başka bir düşünce çıkaramıyorsa o okuduklarından, ben görevimi yapmamışım demektir. Ben çocuk yapıtlarında da kullanırım gülmeceyi… Orada çok dikkatli olacaksınız. Gülmeceyi iyi serpiştireceksiniz. İyi serpiştirmezseniz çocuk ‘Ay bu yazar çok komik?’ der, komik olursunuz… Didaktik olmaktan nefret ederim. Ama mutlaka bir şeyler öğretirim. Okuyan çocuk artık okumadan önceki çocuk değildir. Mutlaka bir şeyler öğrenmiştir, ülkesi için, kendisi için, ailesi için… Annemiz bir yaprak sarma yapıyor, nasıl bir emektir o? O bir buçuk saatte yapar, biz 4 dakikada yeriz. O emeğe nasıl teşekkür edilmez? İşte ben emeği de öğretirim. Gülmecenin içinde emek de vardır.
 

Bugün çocuk kitaplarına veya yazarlara baktığınız zaman çocuk edebiyatı anlamında ne görüyorsunuz? İyi bir yere mi gidiyoruz, yoksa tam tersi mi?

       -Bence çok iyi yazarlar var. Yani Mavisel Yener var mesela şu an; çalışkan,araştırıcı birisi.Hamdullah Köseoğlu var, geçen gün bir ödül verdiler ve hak ederek aldı bence bunu. Hüseyin Yurttaş var, Hidayet Karakuş var. Sonra Gülten Hanım var, bence bir çınardır kendisi. Yani bunları göz ardı edemeyiz, fakat ne yazık ki biraz önce bahsettiğim gibi yazarlar da var. Çocuk edebiyatıyla ilgili değiller bunlar, parayla ilgililer.Hiç hoş bir şey değil. Çocuk edebiyatı istismar edilmemeli. Yetişkinler istismar edilirse ” Aptal, inanmasaydı.” deriz, çocuk için diyemeyiz bunu. Çocuğun eline veriliyor bu kitap. Tabii bir de kitapların baskıları da çok önemli; kapağı, kapak gibi olacak, kağıdı kağıt gibi olacak, çizimlere, harflerin büyüklüğüne dikkat edilecek. Bunlar çocuklar için çok önemli. Bizde ancak yeni yeni oluyor bunlar. Ben batı ülkelerini gezerdim de çocuk reyonlarını görürdüm. Bizde ayakkabıda vardır çocuk reyonu, giyside vardır, kitaba gelince yoktur. Şimdi çok şükür bu da yavaş yavaş değişiyor. Ben istiyorum ki çok çocuk yazar olsun, çocuklarımız çok değişik kalemlerden değişik konular okusunlar, bilgilensinler, neşelensinler.

 

O kadar üretkensiniz ki dile kolay 154 kitabın yazarısınız. Nasıl yazıyorsunuz ne kadar sürede bitiyor bir romanınız?

      -Ben her gün yürürüm. Yürürken düş kurarım. O kurduğum düşler aslında o öykünün veya romanın bir planıdır. 4 ayda bir çocuk kitabını yazamam ben... Benim için büyük kitabı yazmak da 7-8 ay sürer… Bir oyun da aynı süre kadar zaman alır… 2 buçuk, 3 yılda yazdığım roman vardır. Planımı yaparım, planı yaptıktan sonra eve gelir o planı kağıda dökerim… Çünkü yazmaya başladığınız anda eğer planınız yoksa, tekrar daldığınız düşler sizi başka yerlere götürür. Her şey benim elimde olacak öykünün sonucu bellidir, gelişmesi bellidir. Romanın kişileri bellidir, yeri bellidir. Önceden bir plan yapmadan asla yazmam… Günü gelip, her şey kıvamına oturdu mu; yeri, kahramanı vs, o andan sonra yazmak çok basit benim için… Oturduğum sehpa bile yeter… Daktilomu koyduğum zaman karşımdaki hiçbir şeyi görmem… Kendi dünyamda, romanımın kahramanıyla birlikte gezerim. Ama yazma bitince yaşam başlar. Yazı bitti mi daktilomun kapağını kaparım. ‘Üzerimden büyük bir yük kalktı’ demem asla… İçimden ‘Ülkeme bir şey daha armağan ettim, insanlar bir şey daha kazandı’ derim… Daha sonra yaşam başlar ve o öykü gider aklımdan… 5-6 gün, bazen bir hafta sonra tekrar okurum. Kızlarım okur ve arkasından eşim okur. Bir ekip işi gibi! Bir eleştirileri varsa söylerler bana, ben de orayı gözden geçiririm. Adlara gelince de… Kitaplarımın adlarının çoğunu eşim koyar. Mesela Zıkkımın Kökü…Rahmetli eşim okudu o kitabı ve ‘Muzaffer sen bu zehir zıkkım hayatı nasıl yaşamışsın? Bence adı Zıkkımın Kökü olsun’ dedi… Nasıl sarıldım o an ona anlatamam.

 

Rahmetli eşinize olan sevginizi biliyoruz.Günsel Hanım ile 62 yıllık sevgi dolu günlerinize dönersek nasıl tanıştınız?

       -Biz Diyarbakır Öğretmen Okulu’nda tanıştık. O yatılı değildi. Aramızda bir sınıf fark var. Çok sevdim eşimi… Ailesi çok moderndi, beni kabul ettiler. Biz okul bitince hemen evlendik. 62 yıllık bir evlilik dönemimiz oldu. Öğretmen bir oğlum var, iki torunum var ondan… İki kızım var, ikizler… Biri psikolog diğeri sosyolog… Ne mutluyum ki armut dibine düştü, sosyolog kızım yazar, çocuklar için yazıyor o da… Ben hayatımda en çok karımı sevdim. Çoluk, çocuk, torunlar dahil… Dünya bir yana eşim bir yana demişimdir hep.Çok yakın zamanda eşimi kaybettim ve bu hayatta en çok eşimi sevdim “Şu sıralar bana hiçbir şey iyi gelmiyor. Acılarım biraz da olsa diner diye yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim.
 

Ayıya Bak kitabınızı henüz okuma şansım olmadı, merak ediyorum ne anlatıyorsunuz kitabınızda?Gülmecenin yeni bir yansıması mı bu kitabınız?

      -Gülmececinin bir görevi vardır. Böyle dönemlerde daha da büyük görevler düşer gülmececiye… ‘Hamdolsun açız’, ‘Anamı Da Aldım Geldim’, ‘Padişahım Çok Yaşa’ ve bunların ardından gelen 4.kitabım da bu, Ayıya Bak… Günlük yaşamın içinde insanların yaşadıklarını anlatmaya çalışıyorum. Hangi yazar ki fildişi kuleye çekilmişse bitmiştir. Ben belediye otobüslerine binerim.Ben Cennetçeşme, Limontepe vs her tarafı gezerim. Eskiden motosikletle geziyordum, şimdi ailem izin vermiyor. Halkımın içindeyim. Bana bugün devlet sanatçılığı verseler elimin tersiyle iterim. Ben halkımın sanatçısıyım. Onların sıkıntıları, yaşadıkları, kararsızlıkları bir yazar olarak benim konumdur. Bir yazar olarak gülmece ve edebiyat süzgecinden geçirerek kitaplaştırıyorum. 

 

Nasıl bitiyor kitabınız?

       -Son öykünün altına ‘Gerçek ayıları tenzi ediyorum. Onları çok seviyorum’ diyorum. Gerçekten ayıları ben çok severim. Çocukken ayı oynatırlardı, çok hoşuma giderdi. Kuşadası’nda Ayıcı Yaşar vardı. O’nun da ayısını elinden aldılar. Ayı da beni çok seviyor. Getirirdi bazen Yaşar bana, ayı tanıyor beni… Bir gün ‘Kaynanam hasta Muzaffer Ağabey, İzmir’e gideceğim. Bu sende dursun’ dedi. Erik ağacına bağladı ayıyı… Bal yoktu reçel verdim, suyunu verdim. Akşam oldu, başladı bağırmaya… Açtım ipini, ‘Nereye gidersen git’ dedim. Gitmedi… Girdi eve, televizyonun başına oturdu. Bir baktım, oturmuş güzelce, gevşemiş, Yalan Rüzgarı izliyor. Bu ayılar için uydurduğum çok sevimli bir öyküdür! Yaşar ayısı elinden alındıktan sonra gitti bir ufak ayı aldı. ‘Alıştım Muzaffer Ağabey ne yapayım?’ dedi. Ayı biraz büyüyünce, balkonda oturuyormuş. Site ayağa kalkmış, ‘Ayı var, ayı var!’ diye… Yaşar da kızmış, bağırmış, ‘Hanginizin karısına kızına yan baktı, hanginizden borç para istedi, hangi gün içip içip hır çıkardı?’ diye… O günden sonra herkes ayıyla sohbete başlamış. Bu gerçek ama! 

 

Yıllardır sizin ve belli başlı bazı yazarların kitapları okunuyor, sizinle devam edebilecek düşsel yaratıcı bir yazara ulaşabildik mi? Yazar olabilmek o kadar kolay mı? Bakıyoruz ünlü isimlerin bir anda kitapları yer alıyor vitrinlerde ne düşünüyorsunuz bu konuda?

         -Yaşamdan örnekle anlatayım size, böyle daha güzel oluyor. Ben bir mektup aldım, bir adam diyor ki: “Ben yeni emekli oldum, sizin de en iyi çocuk yazarı olduğunuzu duydum, bana madde madde yazar mısınız bu işin sırrını?” Cevap yazdım, “Sen emekliliğin tadını çıkar evladım, keyfine bak” dedim. Şimdi, bazı yayınevleri, bazı parası olan kişiler dürtüyorlar “Sen yazarsın yahu”  filan diyorlar kimilerine. Ben şimdi görüyorum böylelerini, ellerinde çanta, çantada 40 tane kitap; okul okul geziyorlar, nerede bir imza günü olsa koşturuyorlar. Asla gerçek çocuk yazarları için söylemiyorum bunu ama böyleleri de türedi maalesef. Yazar için bir kazanç kapısı değildir sanat. Benim kitap yazarken aklımın kıyısına gelmez böyle şeyler. Okunamayacak kadar kötü, sırtını edebiyata yaslamamış,dili Türkçe olmayan kitaplar,çocuk kitabı adı altında satılıyor ve ne yazık ki çocukların eline veriliyor.Biz bunları kitap iye çocukların eline veriyoruz.Bunun bir cinayetten farkı yok.Bu çocuğa bir yere kadar kitap okutursun,sonra kitaptan nefret eder.

 

Tiyatro oyunları da yazıyorsunuz, 24 tane oyununuz var. Yazdığınız bir çok oyun da sürekli oynanıyor, seviliyor, izleniyor. Nedir bunun sebebi?

       -Benim yazdığım tiyatro eserlerinin hemen hemen hepsi yaşamın içindendir. Örneğin; şu anda Azerbaycan’da oynanmaya başlayacak Sınır adlı oyunum. Oyunda bir sınır vardır: Nevinya ve Sevinya adlı ülkelerin arasındaki sınır. Ülkelerin isimlerini de ikiz kızlarımın isimlerinden verdim. Bu iki ülkenin iki askeri birbirleriyle içli dışlı ve samimidir; fakat iki ülkenin yöneticileri birbirlerine savaş ilân ederler. O iki askerin durumunu anlatır oyun. Yani demek istediğim yaşamın içerisinden konular bunlar.

 

İyi kitapla kötü kitap ayırımındaki ince çizgi nedir?

        -Bir kez dili iyi olmalı.Dil benim için önemli.Ben bir gülmece yapıtıyla Türk Dil Kurumu ödülü aldım.O güne kadar gülmeceyi edebiyattan sayıyorlar mıydı bilmiyorum.Ama o gün saydılar.Her şeyden önce dil önemli benim için.Öz Türkçe meselesinden söz etmiyorum bakın.Ama o ili iyi kullanmak,o dilin kıvraklığına sahip çıkmak,her şeyi yerli yerinde kullanabilmek çok önemli.Sonra sırtını edebiyata yaslamak.Ne yazık ki gençlik romanlarımızın çoğunda bu yok.Gençlik romanlarımızın çoğu bugün iyi değil,kötü kitap.Çocuklarımıza,gençlerimize edebiyat vermeliyiz ki onlar da düş kursunlar biraz,hayal etsinler.

 

Muzaffer hocam, nesiller boyu okunan bir yazarsınız. Çocuklarla bir arada geçen bir zamana eşlik eden bir yazarımız olarak çocuk okurumuza yönelik neler değişti ?

      -Bir gün Ankara’da bir söyleşiye gittim. Orada anneanne ,anne,çocuk üç okurum ile karşılaştım.Anneanne okumuş,anne okumuş,çocuk okumuş kitaplarımı,çocuk üçüncü sınıfta o da okuyor.Konuştukça fark ettim ,dilleri de aynı,konuşmaları şeyler de…Ama son kuşağın hayatında internet var şimdi.Onlar nasıl olacak bilemiyorum.”Acaba duyguyu mu yok ediyor” diyorum.Okulda hep bilgi verilir insana.Sen hiç”Dört kere dört on altı dedikten sonra duygulanan çocuk gördün mü?Seyhan,Ceyhan,Akdeniz’e akar”dedikten sonra duygulanır mısın?Duyguyu edebiyat yaratır,müzik yaratır,yani güzel sanatlar yaratır.Bunu da çocuğa ne verir?Çocuk her an bir resim sergisine gidemez,her an bir tiyatro oyununa gidemez.Ama her an yanında bir kitap bulundurabilir,açar,okur.Onunla uygulanır,onunla etkilenir.Şunun altını çizerek söylüyorum:Beş kitap okuyan çocuk şiddete bulaşmaz.İnternet kuşağı geliyor şimdi.Bütün kuşkum şu;internete vakit harcayan ,o şiddet oyunlarını oynayan bu çocuklar o beş kitabı okuyacaklar mı?

 

“Muzaffer İzgü dünyaya geldi, okudu, düşler kurdu ve gitti diyecekler arkamdan” demişsiniz. Son olarak bunu sormak istiyorum.
      -Evet, inanın öyle. Benim hiç özel yaşamım olmadı. Peşinde de değilim böyle bir şeyin zaten. Paraya pula da önem veren bir insan değilim. Yaşarken zevk aldıklarımı yaşamaya çalışıyorum. Beni de o yüzden hep onlarla hatırlayacaklar. Avrupa’da pek çok yere gittik eşimle, pek çok yer gezdik. Ama hep bir görev vardı.Hollanda’ya gidiyorum diyelim ki,oranın Kültür Bakanı çağırmış,onlara Nasreddin Hocayı anlatacağım.Başka bir yere davet ediliyorum,orada Türk gülmecesini anlatacağım diye gitmişimdir.Özel kendi planlarımız dahilinde bir seyahat planımız olmamıştır.

 

YAZARLAR