Ahmet İNCE


OKUMAYA LÜZUM YOK!


                Bizim için bilinen bir gerçekti. Herkesin malumuydu ve bu malumu herkes birbirine anlatırdı. Ancak son yılların üniversite sınav sonuçlarında,  zehirli  bir kıymık gibi beynimize saplanıverdi. Üstelik PİSA gibi uluslararası sınavlarda, resmi olarak tescillendi.

                Çocuklarımız okumuyor, okuduğunu anlayamıyordu. Türkçe sorularda yerlerde sürünü-yor, Matematikte sefilleri oynuyorduk. Anlamak için çok okumak gerekiyordu. Anlama özürlü bir nesil, matematiği nasıl çözecekti.

                Çocuklarımızla ayan beyan ortaya çıkan bu durum, aslında toplumsal bir dramdı bizim için. Kitabı sevmeyen, okumayı istemeyen, bilgiye itibar etmeyen toplumsal bir genetiğimiz vardı. Cumhuriyetin sağladığı kazanımlara ve açtığı ufuklara rağmen, ciddi bir yol aldığımız söylenemez. Çünkü dışımızdaki dünyanın çok gerisin-deyiz.

                Kitabı niye sevmiyoruz? Okumaya niye alışkın değiliz? Bilgiye niye itibar etmiyoruz?

                Bunun bir tek nedeni yok elbette. Siyasi, sosyal, dini temellere dayanan tarihi pek çok neden iç içedir.

                Bir imparatorluk bakiyesinin çocuklarıyız. Siyaseti din ile harmanlayarak fütuhatlar yapmışız. Asırlarca at nalı, kılıç şakırtısı ile dünyayı titretmişiz. İlayı Kelimetullah ve nizamı âlem gibi dini etiketlerle, insanımızın hamurunu yoğurmuşuz. Bu yüzden, başta askerlik olmak üzere, teşkilâtçılık yani devletçilik ana karakterimiz olmuş.

                Türk ticaretle uğraşmaz. Bilgiyle ilgilenmez. O devlet kurar, teşkilât düzenler, savaşır.

                Kınalızade Ali Efendi, Ahlakı Alayi isimli kitabında (16.yy), insanın ahirette helakine neden olacak, 6 maddelik dünya işlerini anlatır. Bu maddelerden birisi de ticarettir. “Müslüman’ın ticaretle uğraşması, ahirette helakine sebep olur” der.

                Genetik arızayı boşuna söylemedim. Bugün hâlâ, halk arasında şu tekerlemeyi duymaz mıyız? “Doğru tartan bile cehennemde 40 yıl yanar”

                Bu yüzden, bizde masal ve hikâye kültürü fazla gelişmiştir. Siyasi otoriteye itaat, dini bir vecibedir. Ululemre itaati, farz derecesine çıkaran fetvalar bile verilmiştir. İtaat edeceksin ve savaşacaksın.

                Tarikatlar, cemaatler vasıtasıyla da ahiret hayatını garantiye alırsın. Düşünmene, akıl yormana, sorgulamana, araştırmana, neden ve niçin demene artık gerek kalmamıştır. Asırlarca bu hikâye, böyle devam etmiştir.

                Avrupa’dan çok önce başlatmış ve çığır açmıştık rönesansla. Fatih Rönesansı’ndan bah-sediyorum. Bilgiyi ön plâna çıkaran, fikir ve düşünceyi tartışma platformuna taşıyan müthiş bir başlangıçtı. Ne yazık ki Fatih’ten sonra gelenler, bu yolu takip edemedi.

                Esas itibarıyla; Avrupa Rönesansıyla birlikte, dünyanın dengesi de değişmeye başladı. Kültür ve sanat hareketleri bilgiyi ve dolayısıyla kitabı ön plana çıkardı. Soran, sorgulayan, araştıran bir anlayıştı bu. Sanayi inkılâbının yolunu açtı bu gelişmeler.

                Bizde “kitabın hâlâ niye hükmü yoktur” sorusunun cevabını verecek, kısa bir tarih yolculuğuna çıkmak ve girişi, şöyle yapmak istiyorum. Büyük Amerikan Rüyası kitapla başlamıştır. Nasıl mı diyeceksiniz?

                DR. BENJAMİN FRANKLİN Amerikan tarihinin ‘akil adam’ unvanlı tek devlet adamıdır. 1706 yılında doğmuş, 1790 yılında vefat etmiştir. Fikirleri, düşünceleri ve rasyonelliği ile Amerikan Rüyasının inşasında devasa katkılar yapmıştır.

                Hayatı zorluklar içinde geçmiş ancak azmiyle ve inancıyla büyük işler başarmıştır. Ünlü bir matbaacıydı aynı zamanda. Rasyonellik, tabiat, hürriyet ve eşitlik unsurları kişiliğinde yer etmişti.

                Kitap satışı ile ilgilenmekle kalmadı, gezici kütüphane kurdu. Bu kütüphane ülkeyi dolaşmaya başladı. Amerikalılar bu gezici kütüphanenin önün-de kuyruklar oluşturdu. Benjamin Franklin daha sonra şunları da yaptı: “Sonraları bir tartışma kulübü kurdu. Bu kulüp ileride American Philosophical Society (Amerikan Felsefe Derneği) oldu. Ardından 1751’de bazı arkadaşlarıyla birlikte bir akademi kurdu. Bu akademi de sonraları (günümüzün) Pensilvanya Üniversitesi haline geldi.” (bkz, Nejat Muallimoğlu, Politikada Nükte, 1976, sf:56)

                O Benjamin Franklin, ölümünden önce şu satırları kaleme aldı:

                “Ben, efendim, uzun bir hayat yaşadım. Ve her geçen gün, bana şu büyük hakikati daha da berrak gösteriyor. İnsanları idare eden Allah’tır… Nasıl bir kırlangıç Allah’ın emri olmaksızın yere düşmezse, bir devlet de onun yardımı olmaksızın yükselemez.”

                ABRAHAM LİNCOLN 1860 ile 1865 yılları arasında Amerikan Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. İşçi bir babanın çocuğuydu. Zorluklar ve imkânsızlık içerisinde büyüdü. İlkokulu sadece 1 yıl okuyabildi. Tahsil hayatı bu kadardı.

                Onun hayatını da, Benjamin Franklin’in yolunu açtığı gezici kütüphaneler değiştirdi. Çok meraklı ve zekiydi. Öğrenme iştahı dizginlenemiyordu. Gezici kütüphanelerden edindiği kitapları defalarca okudu. Adeta hatmetti bu kitapları. Kendisinin rendeyle düzelttiği bir tahta parçası vardı. Geceleri odun ateşinin aydınlatmasından faydalanarak, tahta parçasının üzerinde işlemler yaparak matematiğini ilerletti.

                Bu azim ve gayretle avukat oldu.

                Peki, aynı dönemde bizde ne oldu?

                ÖMER FAİZ EFENDİ İstanbul Şehreminidir (belediye başkanı). Osmanlı’nın yetiştirdiği önemli devlet adamlarından birisidir. Sultan 2. Abdülaziz’in 40 gün süren Avrupa seyahatinde, heyet içinde yer almıştır.

                Bu seyahatin ilk durağı Paris’tir. Şehir, teknolojinin bütün unsurlarını yansıtmaktadır. Geceleri neon lambalarla caddeler aydınlatılmakta, Sultan ve heyetine, elde edilen gelişmenin bütün unsurları gösterilmektedir.

                Ömer Faiz Efendi, bu seyahat için günü gününe notlar tutmuş ve paha biçilmeyecek bir eser bırakmıştır. Bu eser daha sonra, tarihçi Cemal Kutay tarafından ortaya çıkarılmıştır. Ruzname adlı bu eser, 70’li yıllarda Tercüman Gazetesi tarafından, ‘Binbir Temel Eser!’ serisi içinde yayınlanmıştır.

                Bu seyahatte veliaht Murat Efendi de vardır. Paris günlerinde Veliaht ile aralarında geçen konuşmayı, Ömer Faiz Efendi şöyle anlatır:

                “Veliaht Murat Efendi bana şöyle dedi:‘Ne garip ve ibretli manzara.. Adamlar azmetmişler, uğraşmışlar, adeta güneşin ışıklarını almışlar, saklamışlar, gecenin karanlığını gündüze çevirmek için kullanıyorlar..’

                Dayanamadım. Hoşgörüsünü bildiğim için cevap verdim: ‘Bizde de güneşle meşgul olanlar vardır.’ Veliaht dayanamadı ve sordu: ‘Ya.. Kimler acaba?’

                Cevap verdim: ‘Şairlerimiz, efendi hazretleri.. Şairlerimiz güneşle meşgul olurlar. Sevgi-lilerini; gecelerini gündüze çeviren güneşe benzetirler. Cilt cilt şiir yazarlar, şarkı bestelerler. Bunlarda güneşle meşgul oluyorlar ama onlarınki kimyagerler, ilim adamları.. Aramızda bu kadar küçük fark var.’

                Veliaht hazretleri, arifane bir nazarla bu fakiri taltif etti ve sonra birlikte elemimiz adına iç çekti..”

                Cemal Kutay, tarihçi ve ilim adamı haysiyetiyle şöyle diyor:

                “Bu Ruznameyi gördükten sonra kanaat getirdim ki birçoklarının zannettiği gibi batı ile aramızdaki mesafe son yüzyılda açılmamış. Hayır! 16. yüzyılın ikinci yarısında başlamış.. Rönesans.. Fatih’in Bizans’ı yıkışıyla, beşeriyetin üzerine yeni bir ümit olarak Türk’ün himmeti ile doğmuş, fakat Fatih’in oğlu 2. Beyazıt’ın yetersiz şahsiyetinde bu doğuş büyümemiş..

                Beyazıt’ın yerine; şair, medeniyetçi, devri anlamış, babasının sayısız meziyetlerine sahip talihsiz Cem Sultan, Osmanlı tahtına geçebilmiş olsaydı, Boğaz Köprüsü bugün 500’ncü yaşına yaklaşmış olacaktı.” (Bkz, Cemal Kutay, Avrupa’da Sultan Abdülaziz adlı eser.)

                Ruzname ile ilgili, benim de görüşüm aynıdır ve şunu söylemek isterim. Her Türk çocu-ğu, Ruznameyi mutlaka okumalıdır. Günümüzün acı gerçeği içerisinde, şunu da söylemek isterim. Okumayan Türk çocukları, Ruznameyi hiç okumamalıdır.

                Tarihin sırtımıza, ruhumuza ve aklımıza yüklediği tüm arazları bir asırlık Cumhuriyetle te-mizlemek kolay bir iş midir? Elbette değildir. Silkinip, kendimize gelemiyoruz. Çığır açamı-yoruz.

                Ben bildim bileli, 50 yıldır hâlâ siyasi ve ideolojik tartışmaların içindeyiz. Mesela, bunların başında harf inkılâbı gelir. “Latin harflerine geçtik, bir gecede toplumun tamamı cahil hale geldi.” Son günlerde sıkça aynı tartışmaları görüyorum. Tarih bilgidir, belgedir. Bilginiz yoksa, belgeniz yoksa kuru sıkı konuşursunuz.

                Osmanlıda; üzerine basarak söylüyorum, okuma ve yazma oranı çok düşüktü. Resmi belgeler bunu zaten gösteriyor. Okullaşma oranı keza öyledir. Osmanlıcayla devam etseydik, çağa ayak uydurmamız mümkün olmazdı.

                İstek ve arzularını kıramayarak, kendilerine Osmanlıca yazmayı ve okumayı öğrettiğim dostlarım da bu gerçeği çok iyi bilir.

                Arızalarımız, sıkıntılarımız devam ederken, bugün daha vahim bir derdin içine düştük. Cep telefonu, bilgisayar derken kitap tamamen hayatımızdan çıktı. Kitap bizim için bir değer ifade etmiyor. Kitap okumak itibar görmüyor.

                Tabii olarak okumayan, okumadığı için anlamayan, anlayamadığı için problem çözemeyen yeni bir kuşak geliyor.

                Atalarımız okumazdı ama irfan sahibiydi. Ya çocuklarımız? Onların nesi var. Sadece teknolojiyle avunuyorlar. Hâl ve hareketleriyle bütün eleştirilere şöyle isyan ediyorlar:

                Okumanın lüzumu yok!!!

 

YAZARLAR