Her nedense bilemiyorum, bu yıl oruçlu günleri farklı bir iklimde geçiriyorum. Biraz hüzün ve biraz mutluluk var, o günlerin içinde. Hiç böyle olmamıştı. Tarif edilmesi zor olsa da, anlatmaktan başka çarem bulunmuyor.
Yıllar hızla akıp geçti. Yaş kemale erdi. Gençliğimden bugüne, bir gün bile ihmal etmediğim o nazenin, gönlümde adeta film şeridi gibi akıp gidiyor.
Elbette Rabbimizin emri. Emre itaat Müslüman’ın vazifesi. Biyolojik olarak, insana kazandırdığı emsalsiz faydalar var. Benim için bunlardan daha fazlası var. Oruçlu yıllar ruhumda akıp giderken, kıymetini ve paha biçilmezliğini daha iyi anlıyorum.
Çocukluk yıllarımın en mesut günlerini, Nakıpağa Mahallesinde geçirdim. Mahallenin çocuklarıyla, bir gün olsun teravih namazlarını kaçırmazdık. Gülüşmelerimize ve zaman zaman gürültülerimize cemaat sabrederdi. İyi ki öyle yapmışlar, hepsine de müteşekkirim.
İzmir Atatürk Lisesinde geçen yıllarda, orucumu hiç ihmal etmedim. Çoğu sahursuz eda edilen, oruçlu yıllardı.
Ülkenin şiddet ve terör sarmalında boğuştuğu yıllarda, İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsünde okuyordum. Aynı kaderi, aynı değerleri paylaştığım arkadaşlarımla, mütevazı bir yurtta kalıyorduk. Bir Ramazan boyu, iftar yemeklerini ben hazırladım. O yılların ünlü Ülkü Lokantasında ‘Aşçı Galip Usta’dan yemek pişirmesini öğrenmiştim. Pişirdiğim yemekler meşhur olmuştu. Ülkü devlerinin sembol isimleri, yurda iftara gelirlerdi.
Hayata atıldığım sonraki yıllarda, oruçla bir gönül bağım oluşmuştu.
Tütüncülükle uğraştığımız dönemlerdi. Günümüzün dikme makineleri yoktu. Karıkçı, karık açar, dikici fideyi toprağa zımbalardı. En zor tarafı ise kazık suyu vermekti. Aralıklarla lancalara su doldurulur, ibriklerle her karığa su verirdik. Kaç Ramazan böyle geçti. Elimde iki ibrik, akşama kadar kazık suyu verirdim.
Ramazana denk gelen yıllarda, tütün sulaması yapılırdı. Yazın en sıcak günlerinde, iftara kadar sulama yapardık. Ayaklarım buz gibi suyun içinde, alnımda ter, dilim kupkuru iftar saatini hayal ederek çalışırdım.
Uzun yıllar futbol oynadım. Oruçlu geçen idman yıllarının hazzı, hâlâ ruhumu okşuyor. Kaç maç oynadım oruçlu hatırlayamıyorum. Yine bir Ramazan günüydü. Maçımız Akhisar’da idi. Hava sıcak mı sıcak. İftara birkaç saat var. Bir ara tükürmek istedim. Sakız gibi olmuştu tükürüğüm ve asla yere düşmüyordu.
Yine bir yaz günüydü. Tarladayım, iftara az bir zaman kalmıştı. Dut ağacına çıktım. Yan dalları almak istedim. Düşerken kendimi boşlukta hissettim. Soluma doğru uzandım kaldım. Apar topar kaldırdılar beni. Elimi yüzümü yıkayıp, iftar sofrasına oturdum. Sonra müthiş bir acı başladı. Su iç dediler, içmedim. Orucum ne olacaktı. Bir hafta acılarla oruca devam ettim. Sonra doktora gitmek zorunda kaldım. Meğer üç kaburga kemiğim kırılmış.
Özel hayatım, ticari hayatım, bana yolculuklarla dolu bir seyir koydu önüme. İster kısa, ister uzun olsun, hiçbir yolculuk orucuma mani olamadı. Ruhsat var, seferilik söz konusu, ama benim için geçerli değildi.
Benimkisi oruçla bir aşk hikâyesiydi ve asla mazereti olamazdı.
Her Müslüman için geçerli olan, benim için de aynıydı. Oruç; Allah’la benim aramda bir sözleşmeydi. Bu sarsılmaz ve dünyada eşi benzeri görülmemiş bir akitti. Allah bana oruç ibadetini emrediyor, karşılığını da ahirette vereceğini vaat ediyordu.
Ben bu ibadeti yaparken; sabretmenin, dayanmanın, yaslanmanın, Allah’a kul olmanın zirvelerinde dolaşıyorum. Oruç beni şahsiyet sahibi yapıyor. Adam gibi adam olmanın hazzını veriyor. Ahiret gününde, bugünden bilemediğim mükâfatın, nasıl karşıma çıkacağını hayal ettiriyor.
Bu Ramazan değişik duygular içindeyim. Oruçlu yıllar film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Ne bir ihmal var, ne bir mazeret. Bu keyfi kelimelerle anlatamam. Tarif et deseniz, tarif edemem.
Yaşımız kemale eriyor. Benimkisi oruçlu geçen yıllara bir serenat olmalı.