Vaiz Muharrem DEMİR


ÖZENTİ Kendine Yabancılaşma

"...Bu nedenle, “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa o da onlardandır.” buyurarak genel olarak başkalarına benzemekten ve onlara özenti duyup taklide yönelmekten inananları sakındıran Allah Resûlü bu konuda oldukça hassas davranmıştır..."


         İnsanlığa hak yolu göstermek için peygamberler gönderen Yüce Allah, son peygamber olarak Hz. Muhammed’i seçmiştir. Hz. Nuh’a, Hz. İbrâhim’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vahyettiğini ona da vahyetmiş, insanları karanlıktan aydınlığa çıkarması için kendinden önceki kitapları tasdik eden, inananlara yol gösterici ve müjdeleyici olan Kur’ân-ı Kerîm’i ona vermişti. İlâhî kudret tarafından her türlü tehlikeye karşı korunmuş olan bu son vahiy, ne tahrif edilen önceki ilâhî dinlere ne de sağlam bir asla dayanmayan diğer dinlere benziyordu. Tam aksine indirildiği toplumda hayatın her alanını kapsayacak köklü bir değişimi öngörüyordu.

         Elbette ki yıllarca câhiliye karanlığında yaşamış insanların bir anda değişmesi, eski inançlarından sıyrılması, bu inançla yoğrulmuş örf ve âdetleriyle bağlarını koparabilmesi mümkün olmamıştır. Nitekim Resûlullah ile birlikte Huneyn’e, bir rivayete göre ise Hayber’e doğru yola çıkan Müslümanlar, heybetli, yeşil bir ağaca rastlamışlar ve Resûlullah’tan bu ağacı kendileri için “zâtü envât” tayin etmesini istemişlerdi. “Uğurlu askı” mânâsındaki “zâtü envât”, müşriklerin her yıl yanına gelip kurban kestikleri büyük, yeşil bir sedir ağacıydı. Müşrikler, silahlarını bu ağacın üzerine asarak bir gün boyunca ibadet amacıyla orada kalırlardı. Muhtemelen Resûlullah’a eşlik eden Müslümanlar, eski alışkanlıklarının etkisiyle böyle bir ricada bulunmuş, bunun bir putperest âdeti olup İslâm inancıyla bağdaşamayacağını düşünememişlerdi. İşte bu nedenle Allah Resûlü onların isteğine şöyle karşılık verdi: “Sübhânallâh! Sizin bu söylediğiniz, kavminin Musa’ya söylediği şu söze benzer: "...Ey Musa, bize o insanların taptığı tanrılar gibi bir tanrı yap..." ”

         İnançla ilgili konularda son derece hassas davranan Resûlullah, “Sizden biriniz yemin eder ve yemininde "Lât hakkı için" derse arkasından hemen "Lâ ilâhe illâllâh" desin...” uyarısını yaparak, putlara tazim etmeyi, onlar adına yemin etmeyi yasaklamış, İslâm’da Allah’tan başkası adına yemin etmenin doğru olmayacağını, başka bir dinin yeminiyle yemin eden kişinin o dinin mensupları gibi olacağını ifade etmiştir. “(Yas tutma maksadıyla) Elleriyle yanaklarını döven, yakalarını yırtan ve câhiliye âdeti ile feryat eden kimse bizden değildir.” buyurarak müminleri, câhiliye âdet ve ibadetlerinden sakındırmış; namaz, kurban ve hac gibi ibadetlerde müşriklere benzememek gerektiği üzerinde önemle durmuştur. Kâfirlerin güneşe secde ettikleri vakitlerde, yani güneş doğarken, tam tepedeyken ve batarken namaz kılmayı yasaklamış, fera’ ve atîre adı verilen kurbanların kesilmesine engel olmuştur. Zira bir hayvanın ilk yavrusu olan fera’ ile Receb ayında kesilen kurban olan atîre, putlar için kesilen kurbanlardı. Hac ibadetini yaparken ise güneş Sebir Dağı’na doğduktan sonra Müzdelife’den Mina’ya dönen müşriklerin aksine, güneş doğmadan evvel alacakaranlıkta dönmeyi uygun görmüştür.

         İslâm Dini’nin, başka din ve inançların etkisiyle bozulmasını istemeyen Resûlullah, ilk dönemlerde müşriklere nazaran Ehl-i kitaba daha yakın durmuş, hakkında dinî bir emir bulunmayan konularda onlara muvafakat etmeyi tercih etmiştir. Zira Kur’ân-ı Kerîm de Ehl-i kitabı müşriklerden ayrı tutmakta, onların yiyeceklerinden yemeyi ve iffetli kadınlarıyla evlenmeyi meşru saymaktaydı. Bu doğrultuda Allah Resûlü, başlangıçta, onların kıblesi olan Beyt-i Makdis’e yönelmiş, Medine’ye geldiği ilk günlerde Yahudilerin, Hz. Musa ve İsrâiloğulları’nın kurtulup Firavun ve ordusunun denizde boğuldukları Muharrem’in onuncu gününü takdis etmek amacıyla Âşûrâ orucu tuttuklarını öğrenince, henüz Ramazan orucunun farz kılınmadığı bu dönemde, Müslümanlara da bu orucu tutmalarını emretmiştir. Müşriklere benzememek için sakalları uzatıp bıyıkları kısaltmayı tavsiye etmiş, saçlarını onlar gibi ikiye ayırmak yerine kitap ehli gibi salıvermeyi tercih etmiştir. Ancak daha sonra, Hz. Peygamber kendilerini, aralarında ortak olan bir söze davet ettiği hâlde onlar, bunu reddederek tahrif olmuş dinlerini İslâm’a tercih etmiş ve Müslümanlara düşmanca davranmaktan geri durmamışlardır. Dolayısıyla Resûlullah, müşrikler gibi Ehl-i kitabın da İslâm Dini’ne zarar vermelerini istememiş, onların İslâm’a aykırı hâl ve tavırlarından ümmetini sakındırmıştır.

         Nitekim Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm’ın nasıl bir din olduğunu beyan ederken geçmiş ümmetlerin yanlışlarını anlatmış, aynı hataya düşmemeleri hususunda inananları uyarmıştır. “İman edenlerin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçek sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadîd, 57/16) diyerek onların yolunda yürümemelerini öğütlemiştir. Hıristiyanların, Allah emretmediği hâlde “ruhbanlığı” ortaya attıklarını ve O’na çocuk isnadında bulunduklarını hatırlatmış; Yahudilerin de Allah’ın koyduğu yasakları çiğneyerek peygamberlerini öldürdüklerine dikkatleri çekmiştir. Ehl-i kitabın bâtıl inançlarından örnekler sunarak dinlerini nasıl tahrif ettiklerini gözler önüne sermiş, dalâlete düşen ve Allah’ın gazabını hak eden bu insanlar gibi olmamaları için inananları sık sık uyarmıştır. Bu doğrultuda Allah Resûlü de, “Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın.” diyerek Yahudiler gibi peygamberlerine saygısızlık etmemelerini öğütlerken, “Allah’ın lâneti Yahudilerin ve Hıristiyanların üzerine olsun. Onlar peygamberlerinin kabirlerini kendilerine mescit edindiler.” sözüyle de onlara aşırı saygı göstermeyi, kabirlerini ibadethaneye çevirmelerini yasaklamıştır. Zira İslâm’da Allah’tan başkasına karşı, onu putlaştıracak derecede aşırı sevgi ve saygı göstermek yoktur.

         Resûlullah, Yahudilerin yaptığı gibi saçların etrafının tıraş edilip üst kısmının bir bulut şeklinde bırakılmasını hoş görmemiştir. “Yahudiler ve Hıristiyanlar (ağarmış saç ve sakallarını) boyamazlar, onlara muhalefet ediniz.” uyarısında bulunmuş, “Bizden başkalarına benzemeye çalışanlar bizden değildir. Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeyin! Yahudilerin selâmlaşmaları parmak işaretiyledir; Hıristiyanların selâmlaşmaları ise el ile işaret etmekten ibarettir.”  buyurarak Müslümanlara özgün bir yaşam biçimi önermiştir. Onun bu uyarılarını iyi anlayan ve benimseyen ashâb da bu anlayışla hareket etmiş, örneğin Enes b. Mâlik, Basra’da sarıklarını Yahudiler gibi taylesân şeklinde yani ucunu sarkıtarak saran Müslümanları gördüğünde, bu hâlleriyle Yahudilere benzediklerini söyleyerek onları eleştirmiştir.

         İçinde bulunduğu toplum ve onları kuşatan zaman dilimi hesaba katıldığında Resûlullah’ın başkalarına benzememe hususundaki tavsiye ve uyarılarının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zira pek çok kadim din ve kültürün olduğu bir ortamda İslâm’ın ortaya çıkması, baştan sona her şeyi şekillendirmesi ve saflığını, özgünlüğünü koruyarak oluşumunu tamamlayabilmesi, ancak her türlü zararlı etkiden uzak kalarak mümkün olabilirdi. Bu nedenle, “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa o da onlardandır.” buyurarak genel olarak başkalarına benzemekten ve onlara özenti duyup taklide yönelmekten inananları sakındıran Allah Resûlü bu konuda oldukça hassas davranmıştır.

         Allah’ın sevgili elçisi Hz. Muhammed’in, “Allah’ın indirdiğine uyun!” çağrısı üzerine müşrikler, “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!” diyerek kendi inanç ve geleneklerini terk etmek istememiş ve yeni gelen dini kabule yanaşmamışlardır. Allah Teâlâ, bu sözlere şu âyetlerle karşılık vererek asıl yabancılaşmanın haktan uzaklaşmak olduğuna dikkatleri çekmiştir: “Peki ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?”  Zira Hz. Peygamber’in, “Her do ğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana babası onu Yahudi, Hıristiyan veya müşrik yapar.”  hadisiyle ifade ettiği üzere iyiye eğilimli tertemiz bir fıtratla doğan her bebeğin düşünceleri, inancı ve yaşantısı ailesiyle ve çevresiyle şekillenir. İşte ilâhî dinlerin gönderiliş gayesi de insanı “doğru yol”a ileterek yaratılışına uygun bir şekilde, yanlış yönlendirmeleri ilâhî vahiyle bertaraf ederek dosdoğru yaşamasını temin etmektir. Bu dinlerin son halkası olan İslâm"ın koyduğu sınırlar çerçevesinde yaşayan kişi, kendi doğasına, kâinata ve Yaratan’ına yabancılaşmaktan kurtulacak, hem dünya hem de âhiret saadetine erişebilecektir. Bu yüzden bir Müslüman’dan gün boyunca kıldığı her rekâtta aynı dua ile Rabbine yakarması istenir: “Bizi doğru yola ilet! Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!”

         Kaynak : Hadislerle İslam

YAZARLAR