Üzerindeki elbise sırılsıklamdı. Elleri üşüdü ve ellerini yağmura soktu ısıtmak için. Bu yaşananlar gerçek olamazdı. Sarsıntı, beyninin içinde gibiydi. Bu kadar yüksek ses, çatırtı, bunlar ancak filmlerde olurdu. Birazdan uyanacak ve annesi dışarı çıkacaktı. “Anne” diye bağırdı, “anne” dedi. Ses kolanları değdi ve çınlayarak geri döndü. Kendini o kadar küçülmüş hissediyordur ki sanki karınca gibiydi. Ayakları çırılçıplaktı. Ellerini betona soktu. Bir demir parçası elini kesti. Kanın buharı havaya, kırmızısı suya karıştı. Güneş doğmak bilmiyordu, karanlık üstlerine saldırıyor gibiydi. Bir iki kar tanesi yuvarlandı saçına. Artık burada kalamazlardı.
Aradan 5 yıl geçti Meryem on yaşına basmıştı. Depremden sonra dedesinin köyüne taşınmışlardı. Meryem hep üzgündü. Babasına: “Annem nerede” diye sormayı bırakalı çok olmuştu. Kırlarda gezmeyi seviyordu. Çimenlere basmak, çalılara dokunmak, ağaçlara yaslanmak onu mutlu ediyordu. Derenin şırıltısı, kuşların sesi, rüzgârda sallanan yapraklar hepsi güzeldi. Fakat içindeki sıkıntı bir türlü geçmiyordu. Annesini özlüyordu. Bu düşüncelerle dere kenarına geldi. Pembe çoraplarını çıkardı, ayaklarını suya soktu. Su bileklerine kadar yükseldi. Meryem’in içini bir serinlik kapladı. Dikkatli bakınca suda daha önce dikkat etmediği bir taş gördü. Taş parıldıyor rengi pembeye dönüyordu. Belki güneştendir dedi. Güneş suya değince taşların rengi değişiyordu. Hayır, bu öyle değildi. Diğer taşlar simsiyah suyun altında duruyordu. Taşa doğru uzandı. Sanki taş da ona doğru uzandı. Korku ile elini geri çekti Bir iki kurbağa derenin kenarında Meryem’e bakıyordu. Hızla çoraplarını giydi. Taş hâlâ parlıyordu. Çizmelerini giyince taşın rengi yeniden siyaha döndü.
Meryem, eve geldi. Yaşadıklarını düşündü. Evet her şey biraz tuhaftı. O taş niye öyle parlıyordu, anlamadı. Babası ona nerede olduğunu sordu. Kırlarda zaman geçirdiğini söyledi. “Yalnız başına kırlarda çok uzun süre kalıyorsun. Korkuyorum kızım, daha çok küçüksün. Kaybolursan seni nasıl bulacağız.” “Korkma baba” dedi Meryem, “Akşam olmadan eve gelirim.”
Ertesi gün sokakta arkadaşlarıyla oynadıktan sonra eve geldi. Pıtır ile şakalaştı, odasını topladı, oturup babasının gelmesini bekledi. Annesinin fotoğrafını koynundan çıkarıp bir iki defa öptü, sonra yerine koydu. Babasının dönmesine daha vardı. İçini sıkıntı basmıştı. Birden deredeki taşı hatırladı. O rengarenk taş yerinde duruyor muydu acaba? Belki bir rüya görmüştü. Hepsi birer hayaldi. Bunu anlamamın tek yolu vardı. Hemen üstüne hırkasını aldı, çoraplarını aradı, bulamadı. Annesinin kendisi için diktiği pembe çoraplar ortada yoktu. Pıtır’a bağırdı: “Pıtır, getir çoraplarımı buraya.” Pıtır, kanepenin altından çıktı. Ağzında pembe çoraplar vardı, yüzünde ise utangaç bir ifade. Meryem, ayaklarına çizmelerini geçirdi, dereye doğru yola çıktı. Çiçekler çok güzel kokuyordu. Rüzgâr, otların arasında geziniyor; ağaçlar sanki uzaktan dallarıyla Meryem’i selamlıyordu. Meryem hoplaya zıplaya dereye geldi. Taşlar siyah siyah parlıyor, kurbağalar suyun altından Meryem’e bakıyorlardı. Meryem çizmelerini çıkardı. Çorapları gözüktü. Suyun altındaki taş, pembe ve kırmızı parlamaya başladı. Meryem bir süre oturdu, ne yapacağını bilemiyordu. Çoraplarını eline aldı ve suya doğru yürüdü. Yürüdükçe ayaklarının altındaki taşlar parladı; piyano tuşlarına basıyor gibi müzik sesi duyuluyordu. Meryem eğildi ve o taşa dokundu. Taş uğultuyla yukarı kalktı. Altından garip bir merdiven belirdi. Döne döne aşağı iniyordu. Meryem korkmaya başladı, gitmeyi düşündü. Ama geriye doğru adım atınca elindeki pembe çoraplar siyaha dönüyordu. Meryem döndü ve merdivenden inmeye başladı. Dere eski halini aldı, sular yeniden akmaya başladı. Sanki bir akvaryuma bakıyor gibiydi. Artık yukarı çıkamazdı. İnmeye devam edecekti. Başı dönüyordu. Bir süre sonra geniş ve aydınlık bir yere geldi. Çevresinde kelebekler, kuşlar dönüyordu. Ağaçlar kocaman, çiçekler rengarenkti. Çimenlerin üzerinde tavşanlar zıplıyordu. Bir ikisi tanesi ayağına dolandı. Dallar, yapraklar rüzgarla ağır ağır sallanıyordu. “Burası ne kadar güzel bir yer” diye düşündü. İlerlemeye devam etti. Rüya mı görüyordu acaba? Sonra rüzgâr durdu. Kuşlar ötmeyi bıraktı. Tavşanlar ortadan kayboldu. Müzik sesi duydu Meryem. Sesin geldiği yere döndü. Bir kadın görünüyordu; beyaz bir pelerini ve başında tacı vardı. Ona doğru yaklaşıyordu. Ne kadar güzel bir kadındı. Saçları omuzlarından simsiyah dökülüyordu. Kadın yaklaştıkça yüzü tanıdık gelmeye başladı. Evet bu kadını tanıyordu. Bu kadın annesiydi. Ne yapacağını bilemedi. Elindeki pembe çoraplar deli gibi parlıyordu. Birden koşmaya başladı. Annesine doğru koştu. Bütün gücüyle. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Anne sen misin? dedi. Ben Meryem. Beni tanıdın mı? Yaklaştıkça annesinin yüzü daha da parladı. Birbirlerine sarıldılar. Meryem hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Annesi, ‘Kızım’ dedi. Bütün yüreğiyle kızım dedi. “Seni uzun süredir bekliyordum. Biliyordum benim cesur kızım mutlaka bir yolunu bulup buraya gelecekti. Sana ördüğüm çoraplar tılsımlıydı. Onlar sana yolu gösterecekti. Geldin işte. Çok mutluyum.” Meryem: “Anne burası neresi” diye sordu. “Kızım burası iyi insanların tutulduğu cennetten önceki durak. Yeryüzünde halledemedikleri işleri varsa, burada halledip sonra cennete gidiyorlar.” “Peki, anneciğim senin halledemediğin şey nedir?” “Sensin kızım, sana doyamadım, böyle gidemezdim. Daha sana söylemek istediğim şeyler var.” Annesinin bu sözleri üzerine Meryem yeniden ağlamaya başladı. O depremde o kirişlerin altında kalırken, gözlerim kapanıncaya ve nefesim tükeninceye kadar seni düşündüm. “Sevgimi tam olarak gösteremedim sana. Başka şeyler girdi araya. Belki senin istediğin gibi bir anne olamadım. Bunun pişmanlığın yaşadım. İşte bunları sana söyleyebilmek için beni burada tutuyorlar. Beni görmeye gel. Dikkat et kimse seni takip etmesin. Başka biri yanında olursa buraya gelemezsin. Gelsen de bir daha karşılaşamayız.”
“Tamam Anneciğim” dedi Meryem. Artık ayrılık vakti gelmişti. Hava kararmadan Meryem burayı terk etmeli idi. Annesine kocaman sarıldı. İkisi de ağlıyordu. Gözyaşları kelebeklere dönüşüyor ve havalanıyordu.
Önceden çok mutsuz olan Meryem mutlu birine dönüşmüştü. Babası Meryem’in sürekli gülümsemesine şaşırıyordu. “Seni böyle görmek beni çok mutlu ediyor kızım” dedi babası. “Evet baba çok mutluyum, hayat çok güzel” dedi. Bunun özel bir nedeni var mı? diye sordu babası. “Hayır babacığım, hava çok güzel, bahar geldi. Kırlar, kelebekler, hepsi ama hepsi çok güzel”
Meryem, sokağa çıkıyor arkadaşları ile oynuyor onlarla güzel vakit geçiriyordu. Akşamları bahçedeki salıncakta sallanıyor sonra Pıtır ile oynuyordu. Ödevlerini yaptıktan sonra dişlerini fırçalayıp, okul çantasını hazırlıyor ve yatıyordu. Sabah dinç uyanıyor, okula şarkılar söyleyerek gidiyordu. Öğretmenleri ondaki değişimden memnundular. Meryem, derslerine ilgi gösteren başarılı bir öğrenci olmuştu.
Her gün gidemiyordu annesinin yanına çünkü dikkat çekebilirdi. Annesi onu sıkı sıkı tembihlemişti. “Başka birisi bizi görürse bir daha bir araya gelemeyiz” demişti. Haftanın üç günü akşama yakın insanlar ortalıkta pek gözükmez iken dereye gidiyor, açılan merdivenden iniyor ve annesiyle çok harika vakit geçiriyordu. Annesi “Hadi artık gitmen gerek” deyinceye kadar yanında kalıyor, özlem gideriyordu. Meryem annesinin kucağından inmiyor, çevrelerinde tavşanlar, sincaplar ve kelebekler dolaşıyordu. “Hadi kızım gitmelisin artık” “Burada kalamaz mıyım anne? Bana da izin versinler. Burada seninle kalayım.” “Olmaz kızım bu olamaz. Burası yaşayanların yeri değil. Önünde uzun bir hayat var. Çocukların olacak, mutlu günler geçireceksin.” “Ne olur anne, gitmek istemiyorum.” “Biliyorsun Meryem baban seni merak eder. Onu da düşünmek zorundayız.” “Meryem annesinin yanağı na bir öpücük kondurdu, sincaplara ve tavşanlara el sallayarak oradan uzaklaştı.”
İki gün sonra yeniden annesinin yanına geldi Meryem. Annesine doğru yürümeye başladı. Bu sefer bir tuhaflık vardı. Yürüdükçe arkasında kalan çimenler kararıyordu. Yapraklar hışırdamıyor, tavşanlar ve sincaplar ortaya çıkmıyordu. Annesi, Meryem’i görür görmez gülümsedi, ama sonra yüzü birden değişti. Meryem arkasını dönünce babasını gördü. Babasının yüzünde yüzüne sığmayan büyük bir hayret ifadesi vardı ve gözyaşları yanaklarında parlayıp sönüyordu.
Suna dedi babası, ne çok özlemişim seni. Annesinin dudaklarından derin bir “Mehmet” kelimesi döküldü. Bunu der demez kaybolmaya başladı. Annesi yukarı doğru ışıklar içinde uzaklaşıyordu. Mehmet, Meryem’e iyi bak dedi. Mehmet yere çökmüş ağlıyordu. Meryem’in elindeki pembe çoraplar siyaha dönmüştü.