Halkalı Şeker tadına devam…
Okul, sadece dersten ibaret değildi elbette!
Sosyal ve kültürel faaliyetlerimiz de olurdu.
Bahar geldiğinde yakın köylere geziye giderdik birlikte.
Köyümüzden çıkar; Hoşçalar Köyüne hatta Ören köyüne kadar giderdik yürüyerek… Oradaki öğrencilerle de kaynaşmamız sağlanırdı. Böylece, köyümüzden başka yerleri de görmüş olurduk.
Evden götürdüğümüz kumanyalarla piknik yapardık birlikte.
Kumanyamız; yumurta, ekmek ve patetes haşlaması olurdu. Yanında ise tuz ve belki birazda toz şeker. Yumurtayı banıp yemek için. Ekmek dilimlerimiz Nerdenk’li veya sadeyağlı idi şüphesiz…
Domates, Biber mi? Her şey zamanında yenirdi. Yoktu.
İlk yıllarda ben küçük ve çelimsiz olduğum için çabuk yorulurdum yollarda. Hala ve dayı kızlarının canları sağolsun. Zor durumda kaldığımda bana göz kulak olurlardı. Derelerden geçerken veya yokuş tırmanırken elimden tutarlardı…
Yıl sonu gelip okul tatile girmeden önce, okul sahnesinde piyes düzenlenirdi. Sahne dediysem balkon. Okulumuzun balkonu… Rollerden birinde mutlaka olurdum. Hatta bir keresinde piyeste bir kadının canlandırılması gerekiyordu. Kız arkadaşlardan bu rölü oynayacak kimse yoktu. Erkeklerden birinin bu rolü üstlenmesi gerekiyordu. “Ben erkeğim. Kadın rolü oynamam!” havasıyla kimse bu rolü üstlenmemişti. Ben o rolü üstlendim. Hala kızlarından birinin elbiselerini ödünç alıp giyerek…
Okumaya ve yazmaya meraklıydım.
Okul önüne bakan sınıf kapısının sağ tarafındaki duvarda bir kitaplık vardı. Oradaki kitaplardan alır okurdum. En dikkatimi çekeni diğerlerinden farklıydı. İlk defa öyle bir kitap görüyordum. Üzerinde” Tenten’in Maceraları” yazıyordu. Tenten çok dikkatli bir gazeteciydi. Şüpheli gördüğü her olayı araştırıyordu. Köpeği Fındık, en iyi yardımcısıydı. Tenten’in peşinde olduğu suçlular ona Pire Torbası diyorlardı. Aynı şekilde giyinen ve davranan, pos bıyıklı, bastonlu iki ikiz dedektif ile sakallı gemi kaptanı, hareketleri ve konuşmalarıyla bana eğlenceli geliyordu. Onlar da Tenten’e yardım ederlerdi. Onu diğer kitaplardan farklı kılan çizgi roman oluşu ve yaşanan maceralardı.Tenten, hiç bir olayın peşini bırakmaz, ne yapar eder her türlü zorluğun üstesinden gelir, suçluları mutlaka bulur yakalar ve adalete teslim ederdi.
Elimde mutlaka bir bloknotum olurdu. Bir de kalemim. Sığırları güderken yazardım. Evde yazardım. Yani nerede fırsat bulursam orada yazardım. Genelde şiir veya radyodan dinlediğim türkülerin sözleri. Sonra yazdıklarımı sesli olarak okurdum. Kime mi? Tabi ki, dağlara taşlara!
Ben okulun ses sanatçısıydım. Eğitmenimiz, bazen kendi sınıfımızda, bazen de diğer sınıfa götürerek bana türkü söyletirdi. Benim bir türkü defterim vardı. Ezbere bilmediklerimi ona bakarak söylerdim. Daha sonra türkü kitabım da oldu. Sabahları sınıflara girmeden önce okul önünde okulun sınıf giriş merdivenine çıkarak İstiklal Marşını çoğunlukla ben söyletirdim. Dedim ya, ben okulun ses sanatçısıydım.
Ses sanatçısı olarak diğer arkadaşım Niyazi idi. Okulda biz iki kişilik koroyduk. Yan yana gelince birlikte söylerdik türkülerimizi…
Kısaca ayrılmaz ikiliydik.
Beraber söylediğimizde genelde bizden istenen türkü belliydi. Beraber sahne aldığımızda kulaklar hep aynı türküyü beklerdi. Alıştırmıştık…
“Kekliği düz ovada avlarlar
Kanadını çam dalına bağlarlar…”
Yanyana durur ” Gakgak Gubarak, Gakgak gubarak” şenlendirirdik ortalığı…
Yazımın başındaki tasarım görsel, o yılları somutlaştırmaya çalışıyor…
Yıldıray Çınar, Osman Türen, Ali Gürlü, Ahmet Sezgin, Yıldız Ayhan, Saniye Can ve Ülkü Beşgül gibi sanatçıların sesi radyodan hiç eksik olmazdı. Hepsini çok sevsem de en büyük favorim Yıldıray Çınar’dı. Bayılırdım sesine…
Köyde Amerikan yardımı taşınamayan büyük radyodan sonra, taşınabilir radyolar çoğalmaya başladı. Sonradan o radyo da köyden alındı. Önce köy odalarına alındı radyo. Ajans ve türkü dinlemek için. Yavaş yavaş evlere yayılmaya başladı. Artık radyo sahibi olan aile, toplumda sınıf atlamaya başlamıştı. Borç morç alınır oldu. Tarlalarda sesi sonuna kadar açılırdı. Hem ortalık şöyle bir şengirdesin, hem de diğer komşu radyoların sesini bastırsın diye. Ses bastırma olayı, “Benim radyom daha iyi” yarışıydı çoğu zaman… Nasıl olsa yayladayız. Aç açabildiğin kadar. Kurt, kuş da nasiplensin!
Evimizde henüz radyo yokken köy odasında vardı. Pencere girişinde dururdu. Cızırtısız net bir ses için, açık alana yakın pencere kenarları idealdi. Dedemle köy odasına gittiğimizde sesi dinlerken sesin nereden çıktığını merak ederdim. Dış kapaklarına yaklaşır, içerisini dikkatli bir şekilde kontrol ederdim. Ama herhangi bir canlı göremezdim. Ancak, hep merak ederdim. Konuşan veya türkü söyleyen neredeydi?
Aslında bunun genel cevabı belliydi. “Gavur icadı!”
Sonraları bizde de oldu radyo. Anam; diğer radyosu olanlar gibi, tarlalarda toz toprak olmasın, kirlenmesin diye ona düğmeleri açıkta olacak şekilde basmadan bir elbise dikmişti. Cicili bicili. Radyonun da elbisesi mi olurmuş! Olurdu. Hem de ellerinkinden daha güzel. Belki de Sümerbank basmasıydı. Radyonun da bir kişiliği, itibarı vardı! Tabi ki, birde ismi: Sarıkız. O da ailedendi sonuçta.
O yıllarda radyoların dış rengi sarı veya kahverengiye yakın kirli sarı olurdu. Belki de rengi nedeniyle o şekilde bir isim konuyordu…
Bizler için o yıllarda fevkalade olan radyo ve pilleri idi. O günlere kadar böylesine yabancı bir cisimle karşılaşmamıştık…
Kendi radyomuz olduğunda, kanal düğmesini çevirdikçe bizim dilimizde olmayan sesler de duyardım. Priştine ve Sofya kanallarına geldiğimde Türkçe anlaşılır seslerle karşılaşırdım. Onları da dinlerdim. Arapça yayınlara rastladığımda Arap müzikleri içimde bir yalnızlık ve gariplik duygusu verirdi. Sıkılırdım ve hemen onları geçerdim.
Sonraları, alıştık radyoya… Haberlere, yurttan seslere, türkülere ve arkası yarınlara… Her sabah saat 7:30 ‘da “Ziraat Bankası Sunar” anonsundan sonra başlayan “Halk Hikayeleri‘ne”
“Demirbank iyi günler diler”di her sabah…
Osmanlı Bankası, birbirimizden farkımızın olmadığını hatırlatırdı…
“Yok birbirimizden farkımız,
Ama biz Osmanlı Bankasıyız.” derdi.
Ziraat Bankası, “Çiftçinin Dostu“, Sümerbank ise; “Sanayide Devlet”ti.
Ülker Bisküvileri:
“Önce güneş, hava su,
Sonra bol gıda gelir.
Akşama babacığım,
Unutma! Ülker getir.” diye söyletirdi adını çocuklara…
Eti bisküvileri de ondan geri kalmaz, çocuklarla diyalog kurardı:
“Bir bilmecem var çocuklar!
Haydi sor sor sor
Çayda kahvaltıda yenir
Acaba nedir nedir nedir?
Bisküvi denince akla
Her an onun adı gelir
Eti Eti Eti” soru cevap şeklinde ezberletirdi adını bizlere…
Bisküvi girmeyen ev yoktu.
Hasta olduğumuzda doktorun verdiği damlalar bile, onun üstüne damlatılarak alınırdı.
Vita’yı hangimiz hatırlamaz!
Teneke kutularda olan ve yemeklere katılan Vita’yı…
Mutfaklarımıza giren ilk “Nebati Margarin”
Kutuları da çiçek saksısı olurdu. Hangi pencerenin önüne baksak içinde güzel çiçeklerin olduğu onları görürdük… Sanki, pencere önlerini süsleyen o güzel çiçeklerin adıydı Vita.
Sana, sıhhatti, lezzetti ve afiyetti…
Sağlıklı olmak için, güne Sana ile başlamak gerekiyordu!
Hele “Sanella ekmek hazır yemek“ti!
Ekmek dilimlerimizin üstüne onlar sürülür oldu. Sade yağın modası geçiyordu yavaş yavaş. Çünkü, nebati margarinler tahtına göz dikmişti onun. Zamanla da zor bulunur ve pahalı hale geleceklerdi. Doktorlarımız, “Fazla yemeyin, sağlığa zararlıdır” diye de uyaracaklardı bizi sık sık…
Kimse zorlamadı bizi bu lezzetlere, bizler severek kendimiz alıştık!
Muzaffer Sarısözen’in derlediği:
“Zeytin yağlı yiyemem aman
Basma da fistan giyemem aman“
diye, türkü söylediğimiz günlerdi o günler…
Dün yabancısı olduğumuz lezzetlere öylesine alışmıştık ki, kendi lezzetlerimiz bize yabancılaşmaya başlamıştı! Sadece arada bir düzenlenen ziyafetlerde görmeye başladık artık onları… Sanki onlar da ziyafete konuk gelmişlerdi bizim gibi… Ziyafetler azaldıkça da, gittikçe uzaklaştılar bizden … Pek de görmek istediğimiz yoktu zaten birbirimizi…
Bazen, hani denir ya! “Bizim orada öyle lezzetli yaparlar ki bunu!” Bizim ora, çok uzaklarda artık. Anlayalım bunu! Hoş özlemini çektiğimiz oradakiler de çoktan gittiler oralardan… Ara ki, bulasın… Oralardan da giden bizdik zaten… Biz de olmayınca… Oralar yanlız kaldı bizsiz…
Onlar da, bizimle birlikte ayrıldılar çoktan!
Biz kendimiz uzaklaştık kendimizden!… Kimseler zorlamadı ki bizi…
Rüzgârın yönüne doğru gitmek kolay geldi bize… Rotamızı hep rüzgârın yönü belirledi bizim…
Rüzgârın yönünü belirleyen etkenler ise başka bir yazının konusu olmalı!
Hasan Atilla’yı bilmeyen yoktu o yıllar… İlk deterjanlarımızdandı.
“Çamaşırda sen, bulaşıkta sen Hasan Atilla”
Krem şeklinde naylon kese içinde ki Güneş bulaşık deterjanını, plastik kovalarda Çiti deterjanını, içinden kız çocuklar için plastik bileziklerin olduğu Lili’ yi de atlamayalım. Daha neleri neleri…
Yoksa atlayan bizmiydik, bizi…
Evlerimizde temizlik maddesi olarak; toprak, kil, sabundan sonra deterjanlar baş köşeyi aldı. Yağları akıtıveriyorlardı çabucak…. Kolaylıktı. Sildiler süpürdüler hepsini… Üzerimize bulaşan ve bir türlü çıkaramadığımız kirler, o günden bu güne bir türlü ağartamadığımız kirli çamaşırlarımız kaldı tek üzerimizde…
Hangimiz hatırlamaz;
Orhan Boran ve Yuki’yi, Zeki Müren’in “Gözünüz yolda kulağınız bende olsun!” uyarısını…
Yere düşüp parçalanan avizenin sesinden sonra: “ Üzülme şekerim, yenisi Ercan Avize’de” diyerek bizlere teselli veren o nazik sesi…
Pirelli lastiklerini kemirmeye çalışan “Ne biçim lastik bu!…“diye şikayet eden o farenin sesini…
Radyo günlerini yaşayan hangimiz hatırlamaz?
Artık, bizlerin ve hayvanlarımızın sesine, radyo sesleri de eklenmişti. Hem de daha gür ve etkili bir şekilde. Bir yere varmadan önce onun sesi karşılar olmuştu bizi… Gerçeği ifade etmek gerekirse, radyonun sesi hepimizin sesini bastırmıştı.
Radyo, bugünlere uzanan yolun ilk taşıydı… Güzel tasarımlı ilk taş… Sosyal Medya fenomenine doğru giden yolun ilk taşı… Biz de sağına soluna bakamadan, sadece ışığın yönüne doğru yol alan yolculardık. Işık başkalarının elindeydi, yol da bizim değildi zaten. Bizler de o yolun yabancısıydık. Yürüyorduk, aydınlıkta öylece…
Artık o: hem eğlendiriyor, hem de eğitiyordu. Her şeyin doğrusunu o biliyordu. Nerede, ne olmuş ondan öğrenir olduk… Düğmeleri dünyaya açılan kapının kollarıydı sanki…
Değişimin, başkalaşımın önünü açan ilk kapının…
Şimdi, aşağıdaki Sarıkız’ın düğmesini şöyle bir çevirelim de, kapının arkasında neler varmış bi görelim…
Mikrofonda Yıldız Ayhan var…
Bakalım, ne söylüyor?
Hadi dinleyelim birlikte…
https://www.youtube.com/watch?v=cDtBKD-pvU4
Kalın sağlıcakla…
Thomas Carlyle: 04 Aralık 1795-05 Şubat 1881 tarihlerinde yaşayan İskoç asıllı, deneme ve hiciv yazarı, tarihçi ve eğitmen.
NOT: Yazılarımı aynı zamanda aşağıya bağlantı adresini bırakacağım kişisel blogumda da görüntüleyebilirsiniz:
https://kuzyakabilisimtarihkultur.com/