Köyümün şehir hali olarak tanımladığım Demirci’nin (Manisa) her eski sokağında, beni geçmişime götüren güzelliklerle karşılaşıyorum. Küçük bir dükkanın camına iliştirilmiş “ saman siparişi alınır “ yazısı beni tâ elli yıl öncesine götürdü. Başta Dedem olmak üzere ailece, bütün yaz boyu kışlık deremetiyle uğraşırdık. Tarhana, çökelek, pekmez, bulgur, salça, turşu, yufka ekmek, odun - saçın diyerekten birçok şey hazırlardık.
Dedem, bizlerden çok ahırdaki malın-davarın yeygisini kayırırdı. “Biz aç kalsak da olur, onlar Allah’ın emaneti” diyerek hayvanlarımızı daha çok düşünürdü. Her bir koyunun, keçinin, sığırın, tavuğun ayrı ayrı samanını, arpasını, darısını hesap ederdi.
Dedem hep eski hesaptan giderdi. Kilogram yerine okka, kara okka; hacim olarak litre yerine batman, hakla, çinik; metre yerine arşın, endaze derdi.
Hayvanların samanını hesaplarken inek başına iki kağnı saman, bir seklem ( dolu çuval ) arpa derdi. Bizler traktörümüzün vagonuna ( römork) saman kasası yerleştirdikten sonra, harmandaki samanları samanlığa bu vagonlarla çekerdik. Dedemi şaşırtmaya çalışırdım. Dedem yine bir vagon samanın kaç kağnı saman ettiğini bilirdi. Ah o saman tozları yok mu, banyo yapsak da günlerce kaşındırırdı.
O zamanlar hemen her tarlamıza buğday ekerdik. “Asıl geçim buğdaydadır, danesinden biz, samanından hayvanlarımız rızıklanır, buğdayın varsa sen de, malın - davarın da aç kalmaz, kışı çıkartırsın” diyen Dedem, yolda bir buğday danesi, bir buğday saman çöpü görse, üşenmeden alır, bir mâhlukun kursağından geçsin diye temiz bir yere bırakırdı.
Kışın açan güneşle evimizin önündeki çenede (sohbet edilen yol kenarı) toplanan yaşlılar, oradan buradan konuştuktan sonra sohbeti döndürüp samana getirirlerdi . Birisi, “ekizlerin Hüseyin’in samanı bitmiş, dağda geven kazıyormuş” deyince, bir başkası , “adamcağız ne yapsın, böyle kış görmedik, hazıra dağ dayanmaz, hayvanlar bir deriiki kemik kaldılar, bahara sağ çıkartabilecek miyiz” diye karşılık vermişti.
Zaman içinde sığırlarımıza ırk ıslahı yapıldı. Yerli kara sığırlarımız gitti, yerine şişman şişman, obur montofon inekler geldi. Bu inekler soylu gibi kibar, gelin gibi nazlıydı. Ahırdan çıkmaktan, kır - bayır otlamaktan hazetmezler di. Saraylarına pardon ahırlarına taze ve yeşil yonca istiyorlardı. Perhizdeki adam gibi yoncayı da yavan yemiyorlardı. Yanında arpa kırması, buğday kepeği, şeker melası, ayçiçeği küspesi, mısır silajı istiyorlardı. Günlük vitamin, protein, kalori hesabı yapılıyordu.
Aslında hayvan beslemek çok kolay. Önce içimizdeki hırsı yeneceğiz. Daha çok süt, daha çok et, daha çok yumurta diye yapılan yabancı ırk ıslahından vazgeçeceğiz. Yerli ırklarımızı ıslah edeceğiz. Eskiden olduğu gibi yazın meraya, çayıra, yaylaya salacağız. Şimdi bütün hayvanlar yaz günü ahırda veya ağılda. Montofon ineklerini anlıyorum, koyunların, hatta taştan taşa zıplayan keçilerin ağılda olmasını anlayamıyorum. Eski bir koyun- keçi çobanı olarak ‘sürü yaylımda otlatılır’ diyorum. Sorduğumda, bu saanem ırkı keçi, İsviçre’den geldi, otlatmaya değil, beslenmeye uygun, yoksa süt verimi düşer diyorlar.
Arpa, buğday, yulaf ekilebilecek verimli tarlalara; yonca, fiğ, korunga yetiştirebilecek bilince; tarım sanayisinde yan çıktı sayılan şeker pancarı, ayçiçeği, pamuk küspesi, posası ve melasına sahip olmamıza rağmen, aradan geçen elli yıl sonra hâlâ saman kıtlığının yaşanmasına şaşırdım ve üzüldüm.
20.04.2021
İBRAHİM ÇALIŞGAN