Vaiz Muharrem DEMİR


TEVBE

Günahtan Dönen Günahsız Gibidir Ebû Ubeyde b. Abdullah’ın, babasından (Abdullah b. Mes’ûd’dan) naklettiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Günahından tevbe eden kimse, günahsız kimse gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30)


               Hicretin dokuzuncu senesi Receb ayında, sıcağın dayanılmaz boyutlara ulaştığı bir mevsimde Allah Resûlü (sav) ashâbıyla birlikte savaş için bütün hazırlıklarını tamamlayıp yola koyulmuş ve nihayet Tebük’e varmıştı. Peygamberimiz (sav) ashâbına, “Kâ’b ne yaptı?” diye sordu. Selimeoğullarından birisi Resûlullah’a, “Yâ Resûlallah! Kâ’b’ı (kıymetli) iki hırkasından dolayı duyduğu gururu) ve kibri (Medine’de) alıkoydu!” diye cevap verdi.

               Bunun üzerine Muâz b. Cebel itiraz edip Hz. Peygamber’e (sav), “Vallahi Yâ Resûlallah, biz Kâ’b hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz.” diyerek Kâ’b b. Mâlik’i savundu. Resûlullah ise Muâz’ın bu itirazına susarak karşılık verdi.

Allah Resûlü (sav) ile birlikte birçok gazveye katılan Kâ’b b. Mâlik, Tebük Savaşı’ndan geri kalan seksen küsür kişiden biriydi. Diğer bütün gazvelerin aksine Resûlullah bu defa, uzak ve tehlikeli bir yolculukta çok kuvvetli bir düşmanla karşılaşacak olan Müslümanların, ona göre hazırlanmalarını istediği için, gidilecek yönü Müslümanlara açıklamıştı. Müslümanların savaşa ha- zırlanacak vakitleri vardı. Buna rağmen Kâ’b b. Mâlik, bir türlü savaşa katılamamıştı.

               Resûlullah ile Müslümanlar gazâ hazırlığı ile meşgul olduğu sırada Kâ’b b. Mâlik de onlarla beraber yol hazırlığı için sabahleyin evden çıkıp dolaşıyor, ancak hiçbir iş görmeden akşamüzeri evine dönüyordu. “(Daha hazırlanmaya vaktim ve) gücüm var.” diyerek günlerini geçiriyordu.

               Nihayet herkes gerçekten hazırlanıp bir sabah Resûlullah (sav) ile Müslümanlar sefere çıktıklarında, Kâ’b’ın henüz hiçbir hazırlığı yoktu ortada. Bu sefer de, “Onun (ordunun) ardından bir iki günde hazırlanır, sonra onlara yetişirim.” diyerek yine kendini avuttu Kâ’b. Bundan sonraki birkaç gün de hiç farklı geçmemişti. Sabahları hazırlık için evden ayrılıyor, akşam eve hiçbir hazırlık yapmadan bomboş dönüyordu. Neticede ordu epey yol almış, Kâ’b’ın onlara yetişme ihtimali kalmamıştı.

               Tebük Gazâsı’ndan başka, Resûlullah’ın (sav) yaptığı gazvelerin hiçbirisinden geri kalmayan Kâ’b b. Mâlik’in ilk pişmanlıkları işte bu günlerde başlamıştı. Zira daha önce hiçbir zaman bu kadar güçlü ve kuvvetli olmamıştı.

               Buna rağmen sırf ihmali nedeniyle Resûlullah’ı ve Müslüman kardeşlerini bu zorlu mücadelede yalnız bırakmıştı. Kendisi gibi güçlü, kuvvetli ve imanı sağlam diğer bütün Müslümanlar savaşa gitmiş, geriye ise münafık olarak bilinen ya da güçsüzlüğünden dolayı mazeretli olan kişiler kalmıştı. Zaten Kâ’b’ı da en çok bu üzüyordu. Resûlullah gazâ için şehirden ayrıldığında Kâ’b b. Mâlik, insanların içine çıkıp kendisi ile beraber sa-dece münafık ve güçsüzlerin kaldığını gördüğünde, pişmanlığı daha da derinleşiyordu.

               Döndüğünde bu durumu Allah Resûlü’ne nasıl izah edebilirdi ki? Savaşa gitmesini engelleyecek hiçbir mazereti yoktu. O güne kadar maddî durumu hiç bu kadar iyi olmamıştı. Ordunun Medine’ye doğru geri dönmekte olduğu haberini aldığında, düşünceleri daha da artmış, hüzün ve kedere boğulmuştu. Çevresinde görüşlerine değer verilen kimselere, içinde bulunduğu bu zor durumdan nasıl kurtulabileceğini soruyordu. Öyle ki bir ara Resûlullah’ı, bir yalanla atlatabileceğini bile düşünmüştü. Zira konuşma kabiliyeti son derece iyi olan Kâ’b, dilese Resûlullah’ın kızgınlığını, söyleyeceği bir yalanla çok rahat dindirebilirdi. Ancak vicdanına gömdüğü hatası âhirette karşısına çıkmayacak mıydı? Doğruyu söylediğinde belki Hz. Peygamber’in öfkesine uğrayacaktı ama en azından Allah’ın affına mazhar olmayı umuyordu. Ka’b, Hz. Peygamber ve ordusu Medine’ye dönünceye kadar zaten içi içini yemiş, işlediği kabahatin yükünden bir an önce kurtulmak için can atar olmuştu. Resûlullah’ın Medine’ye yaklaştığını duyduğunda ise bu düşünceleri bir yana bırakıp, içinde yalan bulunan bir özürle asla bu kabahatten temize çıkamayacağını anlamıştı. Allah Resûlü’ne her şeyi doğru bir biçimde anlatmaya karar verdi.

               Öyle de yaptı Kâ’b b. Mâlik. Bir sabah vakti Medine’ye dönen Allah Resûlü (sav), mescitte iki rekât namaz kılıp insanlarla sohbet etmeye başlamıştı. Sefere katılamayıp da geride kalanlar özürlerini beyan ettikten sonra Kâ’b, Resûlullah’ın (sav) huzuruna çıkıp selâm verdi. Allah Resûlü ise öfkeli bir eda ile ona gülümsedi ve savaşa neden katılmadığını sordu. O da her şeyi olduğu gibi anlattı.

               Asıl sıkıntı bundan sonra başlayacaktı. Peygamberimiz Kâ’b’a, hakkında hüküm verilinceye kadar beklemesini söyledi. Mürâre b. Rabî’ ve Hilâl b. Ümeyye de Kâ’b b. Mâlik ile aynı durumdaydı. Hepsi için bitmek tükenmek bilmeyen, sıkıntılı geçecek ve elli gün sürecek tecrit hayatı başlamıştı. Peygamberimiz, bu üç şahısla konuşulmaması talimatını verdi. Kırkıncı günden itibaren bu üç kişinin kendi hanımlarıyla görüşmelerini de yasakladı.

               Savaşa gitmeyip geride kalan bu üç kişinin pişmanlığı ise her geçen gün daha da katlanıyordu. Kimi evine kapanıp gözyaşları içinde bağışlanma diliyor, kimi ise Resûlullah’tan güzel bir haber almanın umuduyla insanların arasında dolaşıyor, kimseyle konuşamadan tekrar evine dönüyordu.

               Nihayet ellinci günün sabahı, tevbelerinin kabul edildiğine dair büyük müjdeyi aldılar. Tevbeleri çokça kabul eden Yüce Allah’ın haklarındaki beyanı şöyleydi: “Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerin ve ensarın tevbelerini kabul etti. Evet, onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, çok merhamet edendir. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 9/117-119)

Böylece Kâ’b b. Mâlik ve onun durumunda olan diğer iki arkadaşı, tevbelerine Kur’an’la şahitlik edilen ve Allah’ın mağfiretinden daha dünyadayken haberdar olan kutlu sahâbîler olmuşlardı. İşledikleri kusurdan dolayı duydukları pişmanlık göstermelik değildi. Bütün kalpleri ile pişmanlığı hissetmişler ve tekrar aynı hataya düşmemek için azmetmişlerdi. Onlar aslında Rablerine verecekleri hesabı düşünüyorlardı. Belki çevrelerindeki herkesi kusurlu olmadıklarına inandırabilirlerdi. Ancak her şeyden haberdar olduğuna inandıkları Rablerini nasıl kandıracaklardı? Hesap günü O’nun karşısına aynı günahlarla nasıl çıkacaklardı? İşte tüm bunları düşündükleri içindi bu kadar pişman olmaları. Allah Teâlâ da onların bu samimiyetinden dolayı onlarla birlikte bütün Müslümanlara, günahlardan kurtulmanın yegâne yolunun tevbe etmek olduğunu bildirmişti.              

               Kâ’b b. Mâlik ve arkadaşlarının tevbesi gibi içten ve samimi olarak yapılan tevbe, hem bir ibadettir hem de kaybedilmiş değerleri yeniden kazanma vasıtasıdır. Dinî inanç ve yaşayışı yeniden ihya etmenin ve Allah ile bozulan ilişkileri onarmanın yoludur. Yüce Allah, insanoğlunu diğer varlıklardan farklı bir yapıda var etmiş; hem iyiye hem de kötüye yönelebilecek bir potansiyelde yaratmıştır. En güzel surette yaratılan insan, kötüye yöneldiğinde hayvanlardan da aşağı bir dereceye düşebilmektedir. İnsandan istenen, daima iyiye yönelmesi; Allah ve Resûlü’nün (sav) emir ve yasakları doğrultusunda bir hayat sürmek suretiyle dünya ve âhiret saadetine erişmesidir. Ne var ki insan, zaafları ile ve çevresel etkilerle, bilerek veya bilmeyerek zaman zaman günaha sürüklenir. Yüce Allah’ın kullarına lütfettiği “tevbe-istiğfar”, bu durumdan kurtulmak için bir “rahmet kapısı”dır.

               Tevbenin özünde pişmanlık vardır. Hakiki bir tevbe için nefsin kendisi ile hesaplaşması, mücadele etmesi gerekir. Zaten Allah Resûlü’nün ifadesi ile günah, insanın içini tırmalayan ve başkalarının haberdar olmasını istemediği şeydir. Yani her an pişmanlık duyabileceği bir iştir. Pişmanlık ise tevbenin ilk şartıdır. Resûlullah (sav) bir hadisinde, “(Günahtan) pişmanlık duymak, tevbedir.” (İbn Hanbel, I, 423) derken, bu gerçeği ifade eder. Bir diğer hadisinde ise, “Günahtan tevbe etmek, günahı terk edip bir daha ona dönmemektir.” (İbn Hanbel, I, 446) buyurmuştur. Bu iki ifadeyi birleştirdiğimizde, “işlenen günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemek” şeklinde bir tevbe tanımı ortaya çıkmaktadır. Ardından istiğfar etmek, yani, Allah’tan, affetmesini istemek gelmelidir ki, tevbe tamamlanmış olsun. O hâlde bu tanıma istiğfarı da ekleyip, “tevbe-istiğfar, kulun, işlediği günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemesi ve Allah’tan kendisini affetmesini istemesidir.” diyebiliriz. Zaten tevbe, genellikle istiğfar ile birlikte telaffuz edilerek âdeta onunla özdeşleşmiştir.

               Unutulmamalıdır ki tevbe etmenin insan hayatındaki rolü pek büyüktür. Zira insan, tevbe sayesinde Allah’a yönelip imanını kuvvetlendirerek yeniden hayata bağlanır ve ümidini, yaşama isteğini devam ettirir. Tevbe vasıtasıyla, toplum içinde, Allah ve Resûlü’nün (sav) istediği şekilde hareket eden kimselerle birlikte mutlu olarak güven içinde yaşar. Yine tevbe, insanın herkesin hakkını gözeten ve kendi hak ettiğine razı olan, haksızlığa uğramalarına sebep olduğu kimselere haklarını iade edip onlarla helâlleşerek onların dostluğunu kazanan bir kişi hâline gelmesini sağlar.

 

Kaynak: HADİSLERLE İSLAM

YAZARLAR