Doç. Dr. Rasih ERKUL


TUTMAK VARKEN… DURMADAN ATIYORUZ…

"...Zamanın ve mekânın tutsağı olsak da, hayatımızdaki değişiklikler, dilimizin daha güzel değişimine engel olmamalı..."


               İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e bütün varlığın ismiyle öğretilmiş olması,  insanın ve varlığın temel hakikatinin “dil” olduğunu gösterir.

               Yoksa ne yapardı Âdemoğlu, dünya gurbetinde.

               Böylece varlıkların isimleriyle “dil”, insanoğluna “ev” oldu.

               İnsanoğlu dil evine, böylece sığındı.

               Varlık üzerine düşünenlere göre, aslen anlam yüklü olan varlıklar, kelimelerin ortaya çıkmasına vesile olmuş.

               Gelinen noktada artık kelimelerin oluşturduğu “dil”, insanın “ev”idir

               Böyle olunca da “insan, “dil” ile var olabilir” denilmiş.

               Dil olmadan düşüncenin ifade edilmesi, varlığın düşünülmesi yani insanın varlıkla olan bağının kurulması mümkün mü?

               Ve insan, “dil evi”nde kendini inşa ediyor,

               Kendini diliyle ifade ediyor ve kendini ancak dilde buluyor.

               ***

               “Ev”, her şeyiyle yaşanılan mekân …

               Barındığımız, oturduğumuz, sığındığımız yer…

               Her şeyiyle insanı saran, kendi içinde bir hayat…

               Özelimiz, mahremimiz, sırrımız, hatıramız …

               Öyle olmasa şair “ev”i neylesin…

 

Ahşap ev, camlarından kızıl biberler sarkan!

Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!

Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada…

Garanti yok sen gibi faniye sigortada!

Bir köşende anneannem, dalgın Kur’an okurdu

Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.

Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;

Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı…  

                                                              (Necip Fazıl)

               ***

               Her şeyin belli bir zamana bağlandığı, yemenin içmenin zamanında olduğu, mevsimlerin bütün özellikleriyle yaşandığı eski evlerimizin geleneksek hayat tarzında “tutmak” önemliydi.

               “Tutmak”; ele almaktı, elde bulundurmaktı.

               Özellikle “elde bulundurmak” gerekirdi.

               Ya lâzım olursa...  Hemen, nereden bulunacaktı?

               Tutmalıydı; elde olmalıydı; ele güne muhtaç olunmamalıydı.

               Zamanın kışı vardı, yazı vardı.

               ***

               Ayrıca yarınlar için bir şeyler biriktirilir; bunun için de “tasarruf” edilirdi.

               Hastalığı vardı, yaşlılığı vardı.

               Avluda odunun, tencerede ekmeğin, duvara gömülü dolaptaki zerzevatın varlığının insanı nasıl rahatlattığını sezdirirdi büyükler, küçüklere.

               Evin bir odası, kokusuyla, rengiyle yazdan kışa hazırlıktı…

               Daha çok okumuşu, kalem tutmuşu “tut ki”,

Veya “varsayalım ki” derdi.

Diğer insanlar da “farz ederdi”.

“Farz” onlar için mutlak yapılası bir işti.

Farz etmede “hayal” de vardı.

Hayal etme, en önemli iti güçtü.

Daha rahat, daha güzel, daha kolay günlere…

               İnsanı, ocak başındaki “ateş”ten, “soba”ya, oradan “guzine”ye, guzineden “gaz ocağı”na ve de “milangaz”a ulaştıran,  hayal gücü değil miydi…

                                        ***

               Zamanın akışında, değişen mekânlar çıktı bir bir.

               Mekânlar, alanlara meydanlara ve de yollara boyun eğdi.

               Bahçeli evler, çıkmaz sokaklar bir-bir kayboldu.

               Sokağın başındaki dut ağacıyla dalları bahçe duvarından sokağa sarkan incir ağaçları da bir bir kayboluyor.

               “Konut” denilen apartmanlar sardı, çevreyi.

               Bunlar, orta sınıf insanımızın “konut evleri” dediği “toplu konutlar”dı.

               “Konut”, “konmak” fiilinden konulan yerdi.

               “Konut evleri” yakıştırması ise, insanımızın “ev”e olan hasretinin fark edilmez örneği olmalı.

               ***

               Alanları, meydanları sadece en öndeki konutlar görebiliyor.

               Arkadaki, daha arkalardaki komşunun, mahallelinin önünü kapatmama, görüş alanını daraltmama nezaketi, inceliği çok gerilerde kaldı.

               Yerden gökyüzüne doğru çık çıkabildiğince…

               Boşuna hayıflanmamış şair:

 

               Evleri yüksek kurdular

               Cama, betona boğdular

               Usumuzdaydı unuttuk

               Topraktan uzakta kaldı

               Toprağa bağlı kalanlar.   (Gülten Akın)

 

               ***

               Artık (1+1) mekânlara bile razı edilen insanımız, neyi, neden “tut”sun?

               En zaruri eşyalardan başkasının yer alamayacağı mekânlarda ne,  niçin tutulabilir?

               Varsa bile “at gitsin!”.

               Bir şey gerekirse maketler ne güne duruyor.

               Hele uçuk emlak fiyatlarına bile razı olmuşken nasıl “tasarruf” edilebilir?

               Yıllara yayılmış ödemeler içinde, günü yaşadığına razı olmuş hayatlar…

               ***

               Hayat farklılaşırken varoluş dayanağımız “dil evi”miz de değişiyor.

               Değişen hayat tarzımız içinde “kelimeler” de, değişiyor, değişiveriyor.

               Artık durmadan “atıyoruz”.

               “Farz etmek”,  unutulmuş gibi.

               “Varsayalım ki, tut ki” kitaplarda kaldı.

               “Meselâ” varken, çok tartışılan “örneğin” varken, hele hele “söz gelimi, söz gelişi” varken örneklerimizde, açıklamalarımızda artık “atıyoruz”

               Yerli yersiz “ATIYORUM” deyiveriyoruz.

               Durmadan atıyoruz atıyoruz.

               “Türkçe’yi öğreten”ler de böyle konuşmuyor mu?!

               Zamanın daralmış “konut” yapısına uygun bir şekilde atıyoruz, atıyoruz.

               Atıyorum, bu gün olmaz mı?

               Babalar gününde baban için, atıyorum yeni bir gömlek alarak onu memnun edebilirsin.

               Kitaplarından atıyorum şunları verebilirsin.

               Atıyorum, iyi huylu bir insan olduğunu söyleyemem.

               Bereket, bu “atıyorum”lar, şimdilik “konuşma”da  kalıyor.

               Günlük dilde yaygınlaşıp kullanılırken “yazı dili”nde  henüz rastlanmıyor.

               Bir zamanlar dillendirilen “konuşma” ve “yazma” dilindeki farklılık, sanki yeniden görünüyor…

               ***

               Varlığımız, dilimizle şekilleniyor.

               Oturduğumuz, barındığımız evin yapısı, yaşama tarzımızı; beğenimizi, tasavvurlarımızı ortaya koyuyor.

               Aynen varoluşumuza “ev”lik eden “dil”imizin iç dünyamızla dış dünyamızla nasıl bir “münasebet” kurduğumuzu göstermesi gibi.

               ***

               İnsan, konuşmayı öğrendiğinde bile konuştuğu dilin gerisindedir. Dilini gelenekten öğrenir.

               İstesek de istemesek de dili oluşturan, varlığıyla dilimiz tarafından oluşturulan tarihi geçmişe, sürekli olarak katkıda bulunuruz.

               Zamanın ve mekânın tutsağı olsak da, hayatımızdaki değişiklikler, dilimizin daha güzel değişimine engel olmamalı.

               Anlamıyla, sesiyle, açıklanabilir yapısıyla konuşmadan yazıya kendi dilimize sahip çıkmak zorundayız. Çocuklarımızla anlaşabilmek için, onlara birbirimizle bağı koparmayacak bir dil geleneği bırakmak zorundayız.

               Denir ki; sadece gündelik kullanımın bir aracı haline getirilen dil, yaşadığımız çağda sığlaşmış, fakirleşmiştir.  Dilimiz Türkçe’nin de bu gidişattan etkilenmediği söylenemez.

               “Bir kelimeden ne olur?” denilemez.

               Dil tarafından oluşturulan en küçük birim olarak kelimeler olmadan herhangi bir anlam kümesi oluşamaz. Zira anlamlar,  kelimelerin varlığına bağlıdır. Hepinize “atmak”tan arınmış sağlıklı günler diliyorum.

YAZARLAR