Vaiz Muharrem DEMİR


VAHİY

Allah’ın Ezelî ve Ebedî Sözü


               Ümmü Eymen, Allah Resûlü’nün “Annemden sonraki annemdir.” diyerek taltif ettiği, Peygamberimize dadılık yapmış, onu elinde büyütmüş, ilk Müslümanlar arasına katılmış müstesna bir hanımefendiydi. Hz. Peygamber’in Hz. Hatice ile evlenmesinden sonra Ümmü Eymen onun yanından ayrılmış, bilâhare Ubeyd b. Zeyd ile hayatını birleştirmiş ve Eymen adında da bir çocuğu olmuştu. Ubeyd’in bir savaşta şehit olmasının ardından Zeyd b. Hârise ile evlenmiş ve bu evlilikten de Peygamberimizin torunlarından ayrı tutmadığı Üsâme doğmuştu. Peygamberimiz Ümmü Eymen’e olan hürmet ve vefasını vefat edinceye kadar devam ettirmiş, onu sık sık ziyaret etmiştir. Vefatından sonra da Peygamberimizin yakın dostları ona aynı şekilde ilgi ve saygıda kusur etmemişlerdir. Yine Allah Resûlü’nün hizmetinde bulunmuş, onun en yakınındakilerden biri olan Enes b. Mâlik’in (ra) anlattığına göre, Resûlullah’ın (sav) vefa-tından kısa bir süre sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’e “Haydi, Allah Resûlü’nün ziyaret ettiği gibi biz de Ümmü Eymen’i ziyaret edelim.” demişti. Yanına vardıklarında Ümmü Eymen ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun? Allah katındakiler Resûlullah (sav) için daha hayırlıdır.” dediler. O, “Ben Allah’ın katındakilerin Resûlü (sav) için daha hayırlı olduğunu bilmediğimden ağlamıyorum. Asıl gökten inen vahyin kesilmiş olmasına ağlıyorum.” dedi. Ümmü Eymen (bu sözüyle) Hz. Ebû Bekir’i ve Hz. Ömer’i de duygulandırmıştı. Onlar da birlikte ağlamaya başladılar. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 103)

               Allah Resûlü’nün yetişmesinde emeği olan, ona anne şefkati besleyen bir kadının, onun vefatı ile birlikte vahyin kesilmiş olmasına hayıflanması ve ağlaması, kuşkusuz büyük anlamlar içermektedir. Ümmü Eymen’in hayatında vahyin kesilmesiyle oluşan boşluk, Resûl-i Ekrem’in şahsının aralarından ayrılmasıyla oluşan boşluk kadar derin olmalıdır. İlhamın, rüyanın, kehanetin rağbet gördüğü bir toplumda, insanların bütün bunları bırakıp vahye yönelmeleri, Hz. Peygamber’in şahsı ile getirdiği vahyi ayrı değerlendirmeleri, kısacası vahye dair bir bilince sahip olmaları, Ümmü Eymen’in cümlelerinde dile getirilmiştir. Bu durum, vahyin tarihe doğrudan müdahale etme ve onu olması gereken istikamete dönüştürme niteliğinden kaynaklanmaktadır.

               Ümmü Eymen Hz. Peygamber’in aralarından ayrılışı ile birlikte vahyin ilânihaye kesilmiş olmasına üzülüyordu. Bunun sebebi, onun zihninde ve kalbinde vahyin, Peygamber’i aşan ve ondan bağımsızlaşan bir niteliğe sahip olmasıdır. Vahyin kesilmesi, bir anlamda hayata insanüstü ilâhî müdahalenin kesilmesi, çözümün durması, kesin ve doğru bilgi akışının kaybolması, ufkun daralması, Yüce Yaratıcı’nın artık bir fâni ile doğrudan konuşmaması demekti. İlk vahiyden sonra vahiy bir süre kesilmişti de Peygamberimiz ciddi bir mânevî sıkıntı yaşamış, ardından gelen ve onu ferahlatan âyetlerde şöyle buyrulmuştu: “Kuşluk vaktine andolsun. Karanlığı çöktüğü vakit, geceye andolsun. Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.” (Duhâ, 93/1-3) Vahyin kesilmesiyle Rabbin insanı terk etmesi gibi bir his arasında kurulan bu ince ilişki, belki Ümmü Eymen’in üzüntüsünü de izah edebilir. Vahiy, insanın akıl ve duyularla elde ettiği bilgilerden farklı olarak, ona görünmeyenin de bilgisini veriyordu. Elle tutulan gözle görülen eşyaya ilişkin bilgi, kuşkusuz görünmeyeni düşleyen, eşyanın hakikatini arayan insanı tatmin etmiyordu. Ötelerin haberleriyle beslenmiş bir kalp, dar bir dünyaya sığmıyordu, daralıyordu.

               Müminlerin annesi Hz. Âişe, Peygamber Efendimizin ilk vahiy tecrübesini şöyle anlatmaktadır: “Allah Resûlü’nün (sav) ilk vahiy almaya başlaması uykuda doğru rüya (rüyâ-i sâdıka) görmekle olmuştur. Onun istisnasız bütün rüyaları gün gibi gerçek çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira dağındaki mağarada yalnızlığa çekilip orada geceler boyu, ailesine dönmeden tek başına ibadet ediyordu. Bunun için yanında yiyecek de götürürdü. Sonra yine Hatice’nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için tekrar yiyecek alırdı. Nihayet bir gün, Hira mağarasındayken ona hak (vahiy) geldi. Melek geldi ve "Oku!" dedi. O, "Ben okuma bilmem." dedi. (Allah Resûlü yaşadıklarını şöyle anlattı): “Beni tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Sonra bırakıp tekrar, "Oku!" dedi. "Ben okuma bilmem." dedim. İkinci defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Bırakıp tekrar, "Oku!" dedi. "Ben okuma bilmem." diye cevap verdim. Üçüncü defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı ve bırakıp şöyle söyledi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alaktan (embriyodan) yarattı. Oku! Senin Rabbin en Kerîm olandır."” (Alak 96/1-3)

               Bunun üzerine Resûlullah (kendisine vahyolunan) bu âyetlerle (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve (hanımı) Hatice bnt. Huveylid’in yanına girerek "Üzerimi örtünüz, üzerimi örtünüz!" dedi. Onun üzerini örttüler. Nihayet korkusu geçti. Ondan sonra Resûlullah başından geçenleri Hatice’ye anlattı ve "Kendimden endişe ettim." dedi. Hatice, "Öyle deme; Allah’a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanla ilgilenirsin, işini görmekten âciz olanların yükünü yüklenirsin, yoksula kazanç kapısı sağlarsın, misafiri ağırlarsın, başa gelen her türlü musibette yardım edersin." dedi. Sonra Hatice, Hz. Peygamber’i yanına alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka, câhiliye döneminde Hıristiyan dinine girmiş bir kimseydi. İbrânîce yazı bilir ve İncil’den İbrânîce âyetler yazardı. Varaka ihtiyarlamıştı, gözleri hiç görmüyordu. Hatice Varaka’ya, "Amcamın oğlu! Dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?" dedi. Varaka, "Ne gördün, kardeşimin oğlu (anlat)." dedi. Resûlullah gördüğü şeyi kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: "Bu gördüğün, Allah’ın Musa’ya gönderdiği Nâmûs’tur (Cebrail’dir). Ah keşke genç olsaydım. Kavmin seni (şehirden) çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam!" Bunun üzerine Allah Resûlü, "Onlar çıkaracaklar mı beni?" diye sordu. O da, "Evet, senin getirdiğin gibi bir şey getirmiş olan herkes bu düşmanlığa uğramıştır." dedi ve "Eğer senin davet günlerine yetişirsem, sana elimden gelen yardımı yaparım." diye ekledi. Çok geçmeden Varaka vefat etti; ve (bundan sonra) vahiy bir süre kesintiye uğradı.” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)

               Kur’an Allah Teâlâ’nın sözüydü. Yüce Yaratıcı’nın gönderdiği âyetlerdeki sade ama etkileyici üslûp, hayatı bütün doğallığı ile yaşamaya ve düşünmeye meraklı Mekkelileri âdeta büyülüyordu. Fakat dönüp bizzat yaşadıkları bu etkiyi büyüyle, karışık rüyalarla, şiirle veya diğer bildikleriyle izah etmeye kalktıklarında çıkış yolu bulamıyorlar ve Resûl-i Ekrem’den, önceki peygamberler gibi bir mucize göstermesini istiyorlardı. Oysa vahyin kendisi, Hz. Muhammed’e (sav) verilen ilâhî bir mucizeydi.

               Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın meleklere, yeryüzüne ve gökyüzüne emir vermesi; bal arısına, Hz. Musa’nın annesine ve Hz. İsa’nın havârilerine ilham etmesi, Hz. Zekeriya’nın kavmine işarette bulunması, şeytanların birbirlerine fısıldaması ve insanlara kötülüğü telkin etmesi de “vahyetmek” fiiliyle ifade edilmiştir. Ancak Peygamber’e vahyedilmesi bütün bunlardan farklı bir anlam, ağırlık ve biçime sahiptir.

               Allah Resûlü’ne bazen uğultu şeklinde gelen vahiy, çoğu zaman Cebrail aracılığıyla getiriliyordu. Cebrail kimi zaman kendi suretinde, kimi zaman sahâbeden Dıhye isimli bir zâtın şekline bürünerek, kimi zaman da kimsenin tanımadığı bir insan görünümünde vahiy getirmekteydi. Ne şekilde olursa olsun, kendisine vahiy geldiğinde Allah Resûlü farklı bir hâle bürünüyor, çevresindekiler onun bu hâlinden vahiy almakta olduğunu anlıyorlardı. Hz. Ömer, Resûlullah’a vahiy geleceği zaman arı uğultusu gibi bir ses duyulduğunu söylerken, müminlerin annesi Hz. Âişe de, son derece soğuk günlerde bile vahiy geldiğinde Resûlullah’ın (sav) aşırı derecede terlediğini ifade ediyordu. Nitekim Peygamberimiz bir gün minberin üzerine oturmuş çevresindeki Müslümanlarla sohbet ederken dünyaya kendilerini kaptırmamaları konusunda onları uyarmıştı. Sahâbîlerden birinin sorduğu soruya cevap vermek istediği sırada kendisine vahiy geldi. Olayı anlatan Ebû Saîd el-Hudrî’nin (ra) bildirdiğine göre, vahyin bitmesinin ardından Resûlullah (sav) "alnından boşanan terleri silerek" konuşmasını sürdürmüştü.

               Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit (ra) ise, Allah Resûlü’nün (sav), kendisine "cihada katılanlarla katılmayanların aynı düzeyde olamayacaklarını" belirten âyeti yazdırdığı sırada gelen ikinci bir vahyin tesirini şöyle anlatır: “Vahiy geldiği sırada Resûlullah’ın (sav) dizi, benim dizimin üzerindeydi. Vahyin ağırlığından dizi bana o kadar ağır geldi ki, dizim ufalanıp dağılacak diye korktum. Sonra bu hâl ondan gitti ve âyetin devamı gelmiş oldu.” 

               Vahiy, Yüce Yaratıcı"nın insanlarla münasebet kurması ve onları bilgilendirmesidir. Her an farklı bir eylem içinde olan Allah’ın 34 ferdin ve toplumun hayatını iyiye ve güzele doğru yönlendirme iradesidir.

               Peygamberimiz vahiyle gelen bilginin muhafazası ve gelecek kuşaklara ulaştırılması için her türlü tedbiri almıştır. İlki Hendek olmak üzere Resûlullah ile birlikte on iki savaşa katılan ve ondan çok sayıda hadis rivayet eden Medineli âlim sahâbî Ebû Saîd el-Hudrî’nin 45 rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav), “Benden (duyduğunuz her şeyi) yazmayın. Kim benden Kur’an dışında (duyduğu) bir şey yaz-mışsa, onu imha etsin.” buyurmuştur. (Müslim, Zühd, 72) Bir süreliğine bu tedbiri alan Allah Resûlü bu sözüyle, vahiy şeklinde gelen Kur’an âyetlerinin kendi cümleleri ile karışmaması ve vahyî bilginin sağlıklı biçimde aktarılarak insanlık tarihinde kalıcı kılınması arzusunu dile getirmektedir.

               Cebrail’in (as) getirdiği âyetlerin sayısı, geliş tarzı ve yoğunluğu günden güne farklılık gösterse de, nâzil olan âyetlere Hz. Peygamber’in (sav) hassas yaklaşımı prensip olarak hiç değişmiyordu. O, inen her âyeti önce okuyor, ardından bizzat kendisinin vahiy kâtibi olarak görevlendirdiği sahâbîlerine yazdırıyordu. Âyetler, o günün imkânlarıyla papirüs parçaları, kürek kemikleri ya da hurma dalları gibi mevcut malzemelere kaydediliyordu.

               Vahiy, diğer bilgilerden farklı olarak insan hayatına gerek ferdî, gerekse toplumsal düzeyde hukukî ve ahlâkî bir tertip ve nizam getirirken, insana rehberlik ederken, dünya ve âhiret saadetini temin edeceğini de vaad eder.

               Vahyi getiren elçilerin yani peygamberlerin ahlâkî karakterleri, tutarlılıkları ve getirdikleri bilgiyle uyumlu hayat tarzları, vahyin insanlar üzerindeki etkisini temin etmiştir. Her ne kadar tarih boyunca insanlar üzerinde benzer etkiler oluşturmayı hedefleyen felsefî ya da ideolojik bilgi sistemleri var olmuşsa da, vahyin kucaklayıcı, birleştirici, huzur ve güven verici özelliğini beşerî düşünce sistemleri ile kıyaslamak mümkün değildir.

               Uzunca bir süredir, gerçekliği maddeye ve rasyonaliteye indirgeyen, vahyi düşünce hayatından dışlayan modern zamanlardaki kimi eğilimlerin ne başarıya ulaştığı, ne de mutluluğu ve huzuru yakaladığı görülmektedir. İnsan, ruhunun derinliklerinde aşkın bir varlığın rehberliğini, kimi zaman bastırsa da hissetmeye devam edecektir. Vahiy, zihin ve gönül dünyasını açanlara, yazılan ve okunan hâliyle her gün yeniden inmeye, onları yeniden diriltmeye ve hayırlara kapı açmaya devam etmektedir. Vahiy, âlemler için, doğru yolda gitmek isteyen için, sadece bir öğüttür. Allah Resûlü, vahyin kalbine yerleşmesi sürecinde yaptığı şu duayla bize örnek olmaktadır: “Rabbim! İlmimi arttır.”

 

               Kaynak : HADİSLERLE İSLAM

 

YAZARLAR