İbrahim ÇALIŞGAN


*VOLTA ATMAK *

"... Derdi, sıkıntısı bulunan insanlar gözlemlendiğinde ya bir köşeye çekilip ellerinden birini şakağına dayayıp, derin derin düşünür ya da tam tersini yapar, bir alanda döne döne yürürlermiş..."


               Türkçe sözlükler, “volta”“argoda, bir aşağı, bir yukarı yürümek, gidip gelmek” diye tanımlamaktadır.

               Peki, İnsanlar niçin bir aşağı bir yukarı yürürler?

               Derdi, sıkıntısı bulunan insanlar gözlemlendiğinde ya bir köşeye çekilip ellerinden birini şakağına dayayıp, derin derin düşünür ya da tam tersini yapar, bir alanda döne döne yürürlermiş.

               Uzmanlar; elini şakağına dayayan kişilerin sıkıntıdan kurtulamadıklarını, dertlerini çözemediklerini, bir türlü sorunlarına yoğunlaşamadıklarını, çaresiz ve bitkin bir hâlde büzüşüp acizlik sergilediklerini ifade ediyor.

               Atalet, kıpırdamadan ölüme doğru sessizce ulaşmak demektir. Tersine, dertli kişiler yürüdüklerinde, bir biçimde hareket ettiklerinden çözüm denilen ışığı yakalayabiliyorlar.

               12 Eylül öncesinde lise öğrencisiydim. Dünyayı bölen “sağcılık/solculuk” memleketimi ve okulumu da bölmüştü. Bazı arkadaşlarım, bu bölünmenin getirdiği kavgalar sonucu sık sık polis karakoluna, sıkıyönetim ortamında askerî cezaevine düşüyorlardı.

               Cezaevinden çıkan gençlerin önce yürüyüşlerinin değiştiğini, bakışlarının sertleşip, suratlarının asıldığını; sonrasında da ideoloji ve siyasi görüşlerine sorgusuz bağlanma yolunda iyice militanlaştıklarını fark ettim.

               Memleketin siyasi ve toplumsal iklimi; soru sormaya, tartışmaya, bir konu hakkında usturuplu müzakereler yapmaya imkan tanımıyordu. Neyi ne için yaptığını sorgulayan kişinin davasına, ülküsüne, ideolojisine yeterince inanmadığı sonucu çıkarılıyordu ki bunun anlamı en hafif deyimlerle “lümpenlik, kaypaklık ve tutarsızlık” olarak karşılık buluyordu. Böyleleri sıkıştıklarında davalarını satabilirlerdi. Onlara güvenilemezdi. Karakol veya cezaevi görmek; dava için “tecrübe” ve “itibar” görmek dernekti. Karakol ve cezaevi görmüş öğrenciler yan yana gelip ellerde tespih, omuza atılmış ceket, topuklarına basılmış ayakkabılarla teneffüslerde koridor ya da bahçede ileri geri yürürlerdi. Geriden bakınca mahalle kabadayılarını andıran bu gençler, önden bakınca henüz sakalları bile çıkmamış tıfıl çocuklardı.

               Onların niçin böyle yürüdüklerini hep merak ediyor, ancak kafamda anlamlı bir karşılık bulamıyordum.

               Yıllar sonra bir zamanlar lise arkadaşlarımın girdiği o karakol ve cezaevlerine; hukuk tahsil eden biri olarak meslek stajı görmeye gittim. Ankara’nın meşhur Ulucanlar Cezaevinde gözüme ilk önce avlularda tekli veya ikili volta atan hükümlüler ilişti. Onların halini görünce hemen lise yıllarımın anıları zihnimi işgal etti. Bir müddet sonra hükümlülerle diyalog kurup samimi oldum. Onlara hangi suçtan yattıklarını, içerideki dünyayı, sıkıntılarını, arkadaşlıklarını ve tabi ki volta atmanın nedenini sordum. Koğuş sorumlusu olan hemşehrim aynı zamanda bir halk ozanıydı. Eşini, kendi evinde köy öğretmeniyle zina halinde yakaladığını, ikisini de öldürerek namusunu temizlediğini, buna rağmen devletin kendisine ceza vermesini bir türlü anlamadığını söylüyor, her gördüğünde bana, “Sen hakimsin, bana niçin ceza verildi?” diye ısrarla soruyordu.

               Ben o zamana kadar öğrendiğim teorik ceza hukuku bilgilerimi tekrarlayıp “Ceza hukukunda değerler hiyerarşisi vardır; sen, aşağıda yer alan bir değeri korumak için daha üstteki bir değeri yok etmişsin, yani namus için ‘yaşama hakkını’ yok etmişsin!” dediğimde, “İnsan ne için yaşar; namusu için yaşar! Böyle kanun olur mu, bunu kim yazmış?” diye tekrar sormuştu. “Ceza kanununu İtalya’dan almışız,” dediğimde “Onlarda namus yok, bize bu kanun uymuyor!” demişti. Ömür boyu hapse mahkûm bulunan bu duyarlı halk ozanı, “Cezaevindeki insan, hep kendini buraya atan ‘suç’ denilen olayı düşünür, dışarıda bıraktıklarını düşünür, kendi sonunu düşünür… Zihninde bu düşüncelerle avluda gider gelir. Her mahkumun bir volta güzergahı vardır, bu güzergah hiçbir şekilde ihlal edilemez, önünden geçilemez, arkasından gelinmez! Biri bunları ihlal ediyorsa seninle derdi var demektir. Volta güzergahın kesildiğinde zihnindeki düşünce de kopar, bir daha aynı yere gelemezsin.” diye hiçbir kriminoloji kitabında olmayan bilgiler aktarmıştı.

               Bu hükümlü; halk ozanlığı, dünya görüşü ve anlattıklarıyla beni çok etkilemişti. Ben de o tarihten bu yana farkında olmadan, bir sıkıntıyla karşılaştığımda; söz gelimi bir yakınımın ameliyathaneden çıkmasını beklerken, bir büyüğümün odasına girmeye hazırlanırken, birisinden bir ricada bulunacağımda, utanılacak bir söz sarf ettiğimde, birisine kızdığımda memleketim Çorum'un tabiriyle “çöpçü çavuşu” gibi ellerimi arkada bağlayıp, belirlediğim dar bir alanda volta atıyorum.       

 * İBRAHİM ÇALIŞGAN, İstanbul

YAZARLAR