Dağların yüceliği, onların ufukdaki silüeti büyülemiştir hep beni.
Çocukluğumda Yağcı Dağı’nın doruğundan, kızıllık sonrası yükselen güneşi izlemeye, moda deyimle bayılırdım.
En yüksek dağ sanırdım onu.
Sonra başka dağları, Bozdağları, Spil Dağı’nı görünce, onun doğumuzdaki en yüksek dağ olduğunu fark ettim.
Sonraları ise, gâh eteklerinden, gâh boynundan geçen yılanvari Demirci- Selendi- Simav üçgeninde dolanırken gözüm hep Yağcı Dağı’nın zirvelerinde dolaşırdı.
Yöre halkı “Karataş” diyor ona, “Kandırmış Sultan Dağı” diyen de var.
Taşlık, tikenlik bir görüntü sergiliyor.
Gelinliğe benziyor.
Eteklerinde yörük köyleri, biraz yukarılarda yörük damları, zirvede Gözetleme Kulesi’nin karşısında, göğe ağmış bir kaya (Karataş- Bayraktepe,1514m.).
Çevreye hâkim bir noktada.
Çok korunaklı bir dağ, Selendi Çayı’ndan, dolayısıyla, Gediz Vadisi’nden, batıda Demirci’ye, doğuda Simav’a, Gediz’e çıkan vadileri kontrol ediyor.
Oldukça stratejik.
Zirvede, zor zamanlarda etrafını doyurmuş, “Kandırmış Sultan”ın kabri.
Güneyinde, Gördesli Makbule Hanım’ın eşi 12. Müfreze Komutanı Şehit Ustrumcalı Halil Efe yatıyor.
Kuzeyinde ise Tavak Yaylası uzanıyor.
XXX
Tavak Yaylası, Kurtuluş Savaşı yıllarında çok önemli olaylara şahitlik etmiştir.
Dağların dili olsa da konuşssa…
Söz uçar yazı kalır düşüncesi veya başka sebeplerle Demirci Kaymakamı Akıncı Müfrezeleri Komutanı İbrahim Ethem Bey bu önemli olayı günlüğüne not etmiş.
İyi ki de not etmiş.
O dönemin atmosferini yaşatıyor bize.
Ethem Bey, 17 Ağustos 1921’de Yağcı Dağı Tavak Yaylasın’da toplanan Akıncı Müfrezelerine şöyle seslenmiş:
“Ey arkadaşlar! Yağcı dağının bu tenha ve sakin yaylalarında açıkça görüşelim, dertleşelim. Düşmanın Uşak’tan taarruzu üzerine 12 Temmuz 1921 tarihinden beri kuşatma altındayız. On günden beri dağlardayız. Ekmek, su bulamıyor, hayvanlarla beraber aç kalıyor ve birçok zahmetler çekiyoruz. Bir devlet memuru, ancak gerçek ve samimi bir arkadaşınız olarak yanınızdayım. Birçok çatışmalara girdik, pek çok arkadaş kaybettik, zorluklara maruz kaldık, kalıyoruz. Ne için? Vatan ve din için değil mi? Evet; vatanımız, dinimiz, milletimiz için… Pekâlâ, ne yaptık? Kurtarabildik mi? Hayır… Öyle ise daha çalışacağız demektir. Fakat ne zamana kadar?
Bunu Cenâb-ı Hak bilir. Bence ölünceye kadar çalışmaya mecburuz. Yalnız şimdi bir mesele vardır. Bazı arkadaşların vücudu zayıf, bazılarının da başkaca mazeretleri var. Bu arkadaşlar dağlarda gezmeye, karda, yağmurda yatmaya, aç, susuz kalmaya dayanamazlar, ölürler.
Bu nedenle işte bu arkadaşların, ben şimdi gitmelerine izin veriyorum. Düşünsünler, gitmek istiyorlarsa, varsa silah ve cephanelerini bırakarak memleketlerine gitsinler. Bu arkadaşlarıma kimsenin bir şey söylemeye ve darılmaya hakkı yoktur. Çünkü belki yarın düşmana esir düşerlerse bize daha fazla zararları olur. O nedenle bugünden yerimizi, yolumuzu, yuvamızı, maksadımızı henüz anlamadan gitmeleri uygundur. Ve ben kesinlikle onlara gücenmeyeceğim.
Gitmek istemeyen arkadaşlara gelince; mademki işgal dâhilinde gönüllü kaldık. Artık yalnız bir şey düşüneceğiz. O da gavur öldürmek, vatanı kurtarmak!... Bizim başka düşüncemiz, anamız, babamız, karımız, çocuğumuz olmayacaktır. Binaenaleyh, ben kendi şahsım itibariyle ordu Sivas’a, Erzurum’a çekilse bile gitmeyeceğim. Burada düşmanla uğraşacağım. Ve düşmanı denize dökünceye kadar çalışacağım. Ve hiçbir zaman düşmana teslim olmayacağım. Benim ile beraber dağlarda kalacak ların ayrılmalarını ve söz vermelerini rica edeceğim. Dağlarda kalacak ve kalmaya söz verecek var mı?”
XXX
Bu nutuk bırakın Tavak Yaylasını, Karataş’ı bile duygulanmıştır.
Neticede ayrılanlar ayrılır, kalanlar kalır.
Takip edelim notlardan, sonra ne olmuş…
“Sizler mert birer Türk ve Müslüman olduğunuzu ispat ettiniz. Şu kalan cephane ve silahları taksim ediniz. Bu silahlar erkeklere yakışır; fakat bundan evvel de birer abdest alın ve öyle silah ve cephanelere el sürün. Çünkü bunlar mukaddes ve mübarektir.” Tüm müfreze efradı abdest aldı. İbrahim Ethem Bey yanlarında bulunan Mehmet Hoca’ya müfrezeye nasıl yemin ettireceğini tarif etti. Yemin metni şöyle idi:
“Gâvur öldüreceğime, gâvurdan başka bir şey düşünmeyeceğime, gâvurları denize dökünceye kadar çalışacağıma, harpten kaçmayacağıma, arkadaşlarıma ihanet etmeyeceğime, sebepsiz yere halka zulüm ve baskı yapmayacağıma, iyilikle muamele edeceğime, hiçbir zaman gâvura teslim olmayacağıma vallahi ve billahi”
XXX
Tüm müfreze efradı tek tek bu sözleri söylemek ve Kur’an-ı Kerim’e el koymak suretiyle yemin etmişler…Yağcı Dağı’nın bağrında.
XXX
Hey gidi Yağcı Dağı! Boşuna heybetli görünmemişsin bana.
XXX
Diğer dağlar gibi, Yağcı Dağı da sadece bir dağ değildir görene.
Kişiliğimizi, dağlara ve doğaya bakışımız belirler, şekillendirir.
Nasıl bakıyoruz?
Ne görüyoruz?
Ne arıyoruz?
Yaşanmışlıkları yanınıza alıp duyumsayarak, yürüdüğünüz bir dağdan başka ne ister insan.
Ama herkes bir değil…
Kimi yakar onu, kimi maden arar, kimi de antika.
Eninde sonunda o yakıcı soruyla karşılaşırsınız dağlarda yürürken.
Madenci misin, antikacı mı, ne arıyorsun?
Aziz Şehitlerimizin Ruhu şad; Mekanları Cennet olsun.