İnsanın yaşadığı çevreyi, dünyayı anlaması ve kendisini o çevreye, o dünyaya yerleştirebilmesinde anahtar kavramlar; zaman ve mekândır. Dünyaya, bir çevrenin mensubu olarak gözlerimizi açıyoruz.
Zaman; mahiyeti açık bir şekilde çözülememiş bir kavram. Ancak varlığının mekâna ve harekete bağlı olduğu, muhakkak. Mekân ise, sahip olunan kültürün yaşanılan, eğlenilen, ikamet edilen, zaman geçirilen yerdir. Kültüre gelince, o da, her türlü hareket, iş ve bunları düzenleyen zihin faaliyetleri...
İnsan ve daha büyük ölçekte toplum, mekânı kendi değerlerine göre kurgular. Yine insan ve toplum, belli bir mekânda anlam ve değer kazanır; kişi olarak veya kolektif anlamda mekân, varoluşun tutunduğu yerdir.
Kültürümüzdeki cami, medrese, han, hamam, kervansaray, köprü, kuş evleri vb. mimari yapı ve düzenlemeler; hayata bakışımızı, hayatı kavrayışımızı, felsefemizi bir estetik değere dönüştürür. Bu türden bizi biz yapan mekânlar, toplum kimliğimizin önemli bir parçasıdır.
***
Ne var ki yaşama biçimlerinde meydana gelen değişikler ve teknolojik gelişmenin kolaylıkları, her şey gibi mekân-zaman anlayışını da değiştirdi. Olumlu veya olumsuz yanlarıyla… Artık, günlük hayatımızda işlerimizi alışılmış akışında ve birbirimizle yakın ilişki halinde değil, teknoloji aracılığıyla “sanal” denilen mekânlar üzerinden yapıyoruz.
Bizim nesil, bu konuda yaya kalsa da, bu ortamdan kopamıyor, ayak uydurmaya çalışıyoruz.
Yeni nesil ise, sanal dünyada kaybolmuş durumda; Dünya, parmakların ucunda olsa da, hazıra muhtaç, oyundan, hayalden yoksun …
Hal böyleyken eğlenmek, iletişim kurmak veya çalışma amacı ile kullanılan mekânlar, günümüz teknoloji ve enformasyon ağında yeni biçimlere bürünüyor ve bu hengamede dünün her mirası da unutulup gidiyor.
***
Denir ki geçmişte yaratılmış, icrâ edilmiş ve inanılmış olan veya geçmişte var olduğuna, icrâ edildiğine veya inanıldığına inanılmış olunan, geçmişten günümüze intikal ettirilen veya miras bırakılan her şey, gelenektir. Geleneğin en önemli özelliklerinden biri olan sürekliliği, bir nesilden diğerine aktarılmasına bağlıdır. Gelenekleşmiş uygulamalar; mekâna, zamana, şartlara, bağlama ve nesillere göre değişiklikler gösterir.
Şehirlerdeki özellikle yapı değişimiyle geleneksel mahalle yapısı, yavaş yavaş ortadan kalkarken konut alanları apartman ve site tipi yerleşmelere dönüşüyor. Hayatımızı hızla değiştiren modern yaşam biçimleri, toplumun kültürel ihtiyaçlarını karşılamada zorluklar çıkarırken ritüellerin mekânlarını da doğrudan etkiliyor.
Artık merasimler, törenler bir başka akış içinde… Modern olma baskısıyla, geleneksel olan her şey, kimi zaman yazılı kurallarla bağlanmış, kimi zaman da toplum yapısından dışlanmış…
Mevsimler ve de aylar içinde pek beklentimiz kalmadı; akıp gidiyor. Mart ayındayız lakin “gavurküfürü” artık yok. Mahalle ve sokaklarda, kolektif bir şekilde düzenlenen ve barındırdığı anlam ve yapısıyla mitolojik kökenleri de bizim olan “gavurküfürü”müz, kentleşmenin dikey mimari tasarımları, modernleşmenin kural ve yasaklarıyla, mekânlarıyla hayatımızdan çıktı.
Eski yılların “kapıdan baktıran kazma kürek yaktıran” mart aylarında icra ettiğimiz “gavurküfürü” gelenek mirasını, bizden öncekiler büyüklerimiz gibi bizim nesil de, kutsal bir uygulama olarak uyguladık, görevimizi yaptık.
***
Mart ayının sonlarına doğru pazar sabahı, günlerdir hazırlık yapılan bir gelenekti; gâvurküfürü.
Gâvurküfürü sabahını, heyecanla beklerdik; kırmızı boyalı yumurtalar ya akşamdan veya sabahın en erken vaktinde hazırlanırdı. Analarımız bu konuda bizi kırmaz, kutsal bir işte görev almanın gururunu yaşarlardı. Mevsim kış, ay da mart olunca sıkı giyinmek gerekirdi. Kaban ve benzeri giyecekler, bugünkü kadar yaygın olmadığından babalarımızın ceketlerini, eski şapkalarını giydiğimizde, birer küçük adam olup çıkardık.
Mahallenin önde gelen yaşça da büyük çocukları, olaya nezaret ederdi. Daha önceden yakılacak malzemeler; eski hasır, sepet, küfe değişik şekillerde temin edilir, özenle ve gizlice bir yerlerde saklanırdı. “Gizlice” diyorum, çünkü başka mahalleliler tarafından aşırıla bilinirdi.
Gâvurküfürü ateşinin yakıldığı mekânlardan biri de Kereşe Meydanı (şimdiki Mehmet Âkif Meydanı) idi. Biri, çünkü şehrin diğer belli mekânlarında da aynısı yapılırdı.
Geçen yılki gâvurküfüründen sonra, bir şekilde temin edilen yakacak malzemeleri, meydanın bir yerine yığılır, çocuklar etrafında toplanıp malzemeler, ateşlendiğinde gâvur küfürü başlamış olurdu. Alev alev yanan ateş, soğuk havayı yarıp göğe yükselirken çevresinde dört dönüp bağırmaya başlardık.
İllengâvurküfürü
Gâvırıng.tüneüfürü
Gâvırgâvırfettângâvır
Çık yokara ha(r)mansavır
İn aşara yımırtadovur
Havaryoooo…
Akşamdan analarımıza soğan kabuğuyla kaynatılarak kırmızıya boyattığımız yumurtaları dövüştürülerek yarışırdık. Bu sırada diğer mahallelerde de, gâvurküfürü yapan çocukların bağırışları, çığlıkları sabahın soğuk ve karanlık sessizliğini bozardı.
Zaman zaman aklıma takılırdı. Bu gelenek, nereden geliyordu, her yerde yapılıyor muydu? Yıllar sonraki araştırmalarımda öğrendiğime göre, bu gelenek, farklı dinlerden insanların aynı bölgede birlikte yaşadıkları ortamlarda oluşan folklorik bir uygulamaydı. Diğer dinin mensuplarına yönelik tutum ve uygulamaların kökeni, dinî bir ritüel (ayinle ilgili) olmaktan öte, geleneğe dayalı ve eski inanışları yansıtıyor. “Küfür akşamı” olarak da adlandırılan bu törenler, Hıristiyanların paskalya bayramlarında, Müslümanlar tarafından yapılan uygulamalar veya törenlerdi. Bizimkisi de, yerli Rumların paskalya yortusuna rastlarmış.
Adı ne olursa olsun bu türden törenlerde, farklı dinlerin mensupları, birbirlerinin dinlerine karşı bir takım koruma tedbirleri alırlar, tutum geliştirirlerdi. Bu manada Türkler, paskalya bayramını, “küfür” olarak algılarken, Hıristiyanlar da “hıdrellez”de, bazı tedbirler alırlarmış.
Romanya ve Bulgaristan’da gerçekleştirilen bu tür törenlere, Romanya’da “küfür akşamı”, Bulgaristan’da “köfür akşamı” denilir. Bulgaristan’da da, paskalya yortusu zamanında, Türk gençler, akşam hava karardığında, köylerin belli alanlarında toplanıp ateş yakarlar, üzerinden atlarlarmış. Böylece Hıristiyanların oruçlarını veya perhizlerini, yaktıklarına inanırlarmış.
İstiklal savaşı sonuna kadar Demirci ve çevresinde oturan Rumların evleri ve dükkânları, Birlik Caddesi’nin Cumhuriyet Meydanı’ndan Balıkpazarı’na doğru olan bölümünde yer alıyordu. Rumlar, Belediye binasının bulunduğu çevreye ( Atatürk heykelinin bulunduğu yer) bir kilise yapmak isterler. Halk, engel olunca, şu anda pazar yerinin üstündeki Belediye pasajının olduğu yere (burası eskiden Yonca imiş) kilise yapmak isterler. Halk, buraya da kısa sürede, bir cami yapınca Rumlar, bu mevkide bulunan çeşmenin üzerine kilise çanı takmak isterler. Buna engel olmak isteyen Müslüman ahali, sabahın erken vaktinde mahalle aralarındaki meydanlarda, büyük ateşler yakarak Rumları, korkutmak isterler. Bu uygulama, zaman içinde gelenek haline gelir.
Önemli olanına gelince; bu gelenek, Türkiye’de Afyon, Eskişehir, Manisa ve Muğla illerinde uygulanan bir gelenektir. Manisa ilinde ise sadece Demirci’de uygulanan bu gelenek.
Bütün dünya kayda değmez durumlardan, olaylardan hareketle bir şeyler “gerçekleştirilme”ğe çalışıyor; birbirlerine yastık fırlatan, domates atan insanlar…
Bence kadim şehir Demirci’nin çok az rastlanan bir özelliği, zamana ve mekâna yenik düştü. Şairin dediği gibi” Bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam”.
Şimdiki çocuklar, acaba neyi bekler!
***
Hâlbuki törensiz hayat, anlamsız bir hayattır.
Gelişmiş bir kültür; doğum, ölüm, delikanlılık ve evlenme gibi hayatın önemli olayları için törenler yapar. Tören yapmak, ruhsal bir ihtiyaçtır. Tören, sadece önemli olaylar için değil küçük günlük olaylar için de yapılır. Toplu olarak yenilen yemek veya ziyafet, tören haline sokulmuş demektir. Bu şekilde yalnızca bedenler değil, ruhlar da doyurulmuş olur.
Sezai Karakoç, “Balkon” adlı şiirinde, sadece modern hayatlara uyum sağlama gayretlerini sorgular.
“Eli öpülesi” dediği dünü bugüne bağlayacak mimarları bekler.
Bizimkisi de, zaman ve mekân bağlamında kimliğimizi, farklılığımızı sorgulamak…
Kendimize has özelliklerimizin kayda geçmesini sağlamak…
Ve kaybolup giden geleneklerimizin ardından, yine dünü bu güne bağlayacak şehir planlayıcılarını, uygulayıcılarını beklemek…
Meraklısı için: Mehmet Naci Önal (2003). “Unutulmuş Bir Gelenek: Küfür Akşamı Törenleri”, Milli Folklor, Yıl 15, Sayı: 60.