Sezai EREN

Tarih: 31.12.2025 10:59

ÇOCUKLUK ANILARIM -11-

Facebook Twitter Linked-in

 SEL 
Çocukluğumun on, belki on bir yaşlarıydı. Yaz sabahlarının o erken aydınlığında annem, her zamanki tatlı sesiyle, “Kalk Sezai, Gürlek deresine gideceğiz; hem bahçeyi sulayacağız hem de ot yolacağız, çapa da yapacağız,” dedi. O vadinin kokusunu, suyun şırıltısını, toprağın insanı içine çeken bereketini severdim. “Oldu anne, gidelim,” dedim. “İneği de götüreceğiz. Hadi, ahırdan çıkarıver.”

Sarı ineğimizin ipini çözüp evin önüne getirdim. Annem, yanına öğle azığını da almıştı. Güneşin şefkatle yükseldiği bir yaz sabahında, dere boyunca uzanan patikadan yürümeye başladık. Kuşların cıvıltıları eşlik ediyor, yamaçlardan süzülen suyun ince şırıltısı yol boyunca bize rehberlik ediyordu. Bahçemiz, vadinin ortasından huzurla akan Gürlek deresinin kıyısına kurulmuştu. O gün niyetimiz taze fasulyeleri, patatesleri, “karaca” dediğimiz soğan tohumlarını sulamak; bir yandan da ineğimizi otlatıp karnını doyurmaktı.
Gürlek deresini besleyen çoğu kaynak suyu, bahçemizin üst tarafındaki kayalıklardan fışkırırdı. Değirmen çevirecek kadar güçlü, gürül gürül akan buz gibi bir suyu vardı; adını da bu gürleyişinden almıştı zaten. Kıyılarında yaşlı cevizler, çınarlar, kavak ve söğüt ağaçları sıralanır; aralarında da çocukluğumuzun tadı olan fındık ağaçları bulunurdu. Yukarı havzada ise dik yamaçlara tutunmuş çam, murt ve ardıçlar sessiz bir nöbet tutardı. Dere kıyısındaki otlar, yazın en parlak günlerinde bile tazeliğini koruyan çiçeklerle bezenirdi.

Bahçeye varınca annem, “Sezai, ineği dereye indir. Hem otlar hem de suyunu içer,” dedi. Ben de ineği derenin en otlu yerine bağladım. Annem bahçeye döner dönmez çapasını vurmuş, otları yolmaya başlamıştı bile. Hatta öğleye doğru yiyeceğimiz haşlanmış patatesler için çömleğini ateşe çoktan oturtmuştu.

“Sezai, derenin suyunu bahçeye çevir. Sulayalım şu tarlayı,” dedi. Getirdiğim suyu toprağa açılmış kanallara verip bahçeyi sulamaya başladım. Sıcak, insanın nefesini daraltacak kadar boğucuydu. Ara ara derenin serin suyuyla yüzümü ıslatıp kendime geliyordum. Annem çapaladı, otları temizledi; ben de bahçeyi iyice suladım. 
İş bitince gölgeli bir yere soframızı kurduk. Çömlekte haşlanmış patateslerin kokusu iştahımı kabartıyordu. Bütün sabır öğütlerine rağmen karnım çoktan kazan gibi kaynıyordu. Sonunda oturup yemeğe başladık. O sırada uzaktan, derin ve ürpertici gök gürlemeleri işitiliyordu. Arada bir çakan şimşeklerle birlikte insanın içini yoklayan bir tuhaflık vardı; fakat bizim bulunduğumuz yerde ne doğru düzgün bir bulut, ne de yağmur belirtisi görünüyordu. Hava hâlâ pırıl pırıldı.

Yemek bitince annem, “Oğlum, köye döneceğiz. Ben sofrayı toplayayım. Sen de ineği dereden al getir,” dedi. “Peki ana,” deyip yamaçtan dereye indim. İneğin ipini çözdüğüm anda, dereden gelen tuhaf bir uğultu kulaklarımı doldurdu. Üst tarafta bulunan annem, yükselen suların sesini benden önce fark etmiş olacak ki, çığlık gibi bir uyarı duyuldu:
“Koş Sezai! Sel geliyor!”

Kafamı kaldırdığımda, derenin yukarı tarafından köpükler saçarak gelen azgın sel sularını gördüm. İneğin ipini hızla çekmeye başladım. O an anladım ki seçim çetindi: Bırakacak olsam sel ineği anında alıp götürecekti; bırakmasam bu kez ben ineğin yanında sele kapılacaktım. Kalbim göğsümü yırtacak gibi atıyordu. Tam o sırada annem soluk soluğa yanımda belirdi. “Sezai, bırak ineği! Kendini kurtar!” diye bağırdı.

Ama gönlüm buna razı olmadı. Korkuya rağmen son bir gayretle ineği yukarı doğru çektim. Suların köpürerek yakınıma kadar geldiği o kısacık an, bir ömür gibi uzun sürdü. Sonunda ineği bahçenin kıyısına çıkarabildim.

Dereden çıkar çıkmaz, sel önümüzden hışımla akıp geçti. Önüne kattığı dalları, taşları, kökleri birbirine çarpa çarpa sürüklüyor; dere yatağı bu bulanık ve kudurmuş suyu taşımakta zorlanıyordu. Birkaç saniye farkla kurtulmuştuk. Annem derin bir oh çekti; ben ise hâlâ titreyen ellerimle selin akışını izliyordum.

Meğer bizim duyduğumuz gök gürlemeleri, derenin yukarı havzasına yağan şiddetli yağmurun habercisiymiş. Dik yamaçlardan hızla süzülen sular bir anda sele dönüşmüş, rastladığı her şeyi önüne katıp götürüyormuş. Az kalsın bizi de alıp götürecekti. O gün, yaşamla ölüm arasındaki çizginin bazen yalnızca birkaç adım, birkaç saniye olduğunu öğrendim.

Ölümden kıl payı kurtulmuştuk.
 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —