Demirci’nin dar sokaklarından, Kıbrıs’ın sıcak cephelerine uzanan bir hayat… Ahmet EVRENSEL’in anıları, yalnızca bir askerlik hikâyesi değil; sabrın, vefanın ve vatan sevgisinin zamana direnen yankısıdır. Bu röportaj dizisi, bir ömrün taşlara kazınmış hatıralarını ve Türkiye’nin yakın tarihine dokunan insan hikâyelerini gün yüzüne çıkarıyor.
1. BÖLÜM –
ÇOCUKLUKTAN ASKERLİĞE
UZANAN YOL
Kıbrıs gazisi Ahmet EVRENSEL’İ Demirci’ye geldiği günlerde, kızım Ceyda ile birlikte ziyaret ettik. Söz döndükçe yıllar geriye aktı. Demirci’nin dar sokaklarından, Çereşedeki tuğla ocaklarının kızıl sıcağına; köy mekteplerinden askeri disipline uzanan bir hayat yolculuğu… Savaşın, yangınların, yokluk ve mücadelenin içinden sıyrılıp gelen bir ömrün tanığı: Ahmet EVRENSEL ile geçmişin izlerini, alın terini ve çocukluğunun masumiyetini konuştuk.
Askerlik hayatı boyunca yaşadığı anıları, karşılaştığı zorlukları ve unutamadığı olayları bizimle paylaştı.
Hem Türkiye’nin yakın tarihine ışık tutan bu hatıralar, hem de bir askerin gözüyle vatan sevgisini yansıtıyor. Çocuk yaşta yoksulluğun gölgesinde başlayan hayat, askeri disiplinle şekillenen bir yolculuk….
Çocukluğunun yangınlarla, yoklukla ama sevgiyle yoğrulduğu yıllardan, asker ocağının disiplinine uzanan hayatında bir kelime hep kulağında çınlamış: “OKURUM.”
Babasıyla ettiği o kısa konuşma, hayatının dönüm noktası olmuş. Ve yıllar sonra, Kıbrıs’ın savaş hattında bile o söz rehberlik etmiş: “Ne olursa olsun, vazgeçme.”
Sizi tanıyabilir miyiz ?
1 Mart 1942 yılında Manisa’nın Demirci ilçesinde doğdum. Babam Mehmet Alaca Camii’nin vaiziydi, ilçede “Carılar sülalesi”nden; annem ise “Kel Memedler” olarak bilinen köklü bir ailedendi. Annemin adı Hafız Lütfiye idi. Beş erkek kardeştik : Abdullah, Rafet, Ahmet, Mustafa ve Zinnur EVRENSEL. Çocukluğumuz yokluk içinde ama sevgiyle geçti. Doğum tarihim birkaç ay farkla 16 Temmuz 1942 olarak kayda geçmiş. Ama asıl hafızamda kalan, Demirci’deki büyük evimizin 1950 yangınında kül olmasıdır. Ben o eski evde doğmuşum. Çocukluğumun ilk hatıraları o evin gölgesinde başlar. Sünnet olduğum günü bile hatırlıyorum; ağabeylerim yanımdaydı, babam masrafları nasıl karşılaşacağımızı düşünüyordu. Fakirlik vardı ama sevgi daha çoktu.
FİLİZ HANIM VE AİLE HAYATI
– Filiz Hanımla 10 Nisan 1966 tarihinde evlendik. Hayatımın dönüm noktalarından biridir. Her zaman yanımda oldu. İki oğlumuz var : 18 Şubat 1967’de doğan Hakan ve 25 Eylül 1970’te dünyaya gelen Ayhan evlatlarımla gurur duyuyorum.
Çocukluk döneminizde ailenizle, dayılarınızla ve kardeşlerinizle kurduğunuz bağın güçlü olduğunu söylüyorsunuz. O yılları nasıl anımsıyorsunuz?
Bizim çocukluğumuzda paylaşmak doğaldı. Evimiz yandığında dayımın evine yerleştik.Dayımla birlikte pazara gider, öküz arabasına biner, hep birlikte yaşardık. O yokluk günlerinde kardeşlik, insanın en büyük zenginliğiydi. Ağabeylerim Abdullah, Rafet ve Mustafa, her biri bana farklı bir şey öğretti. Babamın sessizliği, annemin duası, hepsi bugün bile kulağımda çınlar.
İlkokul yıllarınızda Ziya Gökalp İlkokulu’nda okuduğunuzu, “hepsi pekiyi” notuyla bitirdiğinizi söylüyorsunuz. Okul günlerinizden aklınızda en çok ne kaldı?
Ziya Gökalp İlkokulu’na başladığımda küçük bir çocuk değildim aslında, sorumluluk sahibi olmam gerekmişti. Muzaffer TÜRKAN öğretmenim, disiplinliydi ama yüreği de sevgi doluydu. Dördüncü ve beşinci sınıfı Halil TÜZÜNER’in sınıfında okudum. Kitap defter kokusu hâlâ burnumda tütüyor. 1955’te ortaokula başladım. Kitap defterlerimi babamla aldık. 21 lira tuttu. Hiç unutmam babam “Ocağıma inciri diktin hiç olmazsa oku” ” dedi gururla. Bende “Okurum” dedim. O tek kelime, bütün ömrüm boyunca kulağımda bir nasihat oldu. Üç senelik okul beş senede bitti. Sürekli çalışmak zorundaydım. Okula gitmeden sabahın dördünde kalkıp Sıçancık deresinden Çereşedeki tuğla ocaklarına iki eşekle kum getirirdim. Sabahtan üç sefer okuldan dönüşte iki sefer yapardım. Her istediğimi alamıyordum. Yaz tatillerimi de çalışarak para kazanmakla geçiriyordum.
Bugün geriye baktığınızda, çocukluğunuzun tüm bu yoklukları mı ağır basıyor yoksa o yıllarda öğrendiğiniz değerler mi?
Yokluk ağırdı ama asıl hatırlanan değerler oldu. Çalışkanlık, paylaşmak, sabır, kanaatkârlık… Bunlar bugün bile insanın sermayesidir. Bizim kuşak yokluk içinde büyüdü ama kalplerimiz zenginleşti. Benim için esas olan da budur.
Ahmet EVRENSEL’in hayat hikâyesi, bir dönemin sosyal ve kültürel panoramasını gözler önüne seriyor. Her satırında sabrın, emeğin ve alın terinin ağırlığı var. Onun anlattıklarıyla bir kez daha anlıyoruz ki; tarih sadece savaşların ve devletlerin değil, aynı zamanda küçük bir Anadolu kasaba-sında sabahın dördünde uyanıp ekmek parası için yollara düşen çocukların da hikâyesidir.
ASTSUBAY OLUYORUM
– Peki, nasıl astsubay oldunuz?
Okuldan mezun olduktan sonra 1959 Eylül’ünde müracaat ettim. Işıklar Askeri Lisesi’ne “yaşın büyük” diye almadılar. Ankara’da sınavı kazandım. Muhabere Astsubay Okulu’na girdim. Çetin eğitimlerden geçtik. Orada hayatımın yönü tamamen değişti. Okulda iken 27 Mayıs 1960’da ihtilâl oldu. Hiçbir görevimiz ve sorunumuz olmadı. O dönemde Demircili Kadir DEMİ-REL, Mustafa KIRDA benim hemşehrim ve arkadaşlarımdı. Askerlik hizmetini yapmak için okulumuza Demircili asker çok geldi. Onlarla iyi tatlı anılarımız oldu. 30 Ağustos 1961’de diplo-ma törenimiz olmuştu.
– İlk görev yeriniz neresi oldu?
Kur’a çektim kâğıtta 31’inci Elektronik Birlik Erzurum yazıyordu. Ancak o birlik kurul-madığı için Ankara’da bir sene kursa tabi olduk. O sırada 22 Şubat 1962’de ihtilâl girişimi oldu Ancak bize bir görev düşmedi. Haziran 1962’de Erzurum 3’üncü Ordu Muhabere Taburu’na tayinim çıktı. Erzurum’da üç yıl görev yaptım. Zor ama öğretici yıllardı. Üç senenin sonunda tekrar Ankara’ya tayin oldum, muhabere okuluna. O sıralarda hayatımın dönüm noktalarından biri yaşandı: Filiz Hanım’la nişanlandım.
1965 yılında Ankara’ya tayin olduğunuz dönemde hayatınızda hem askerlik hem de özel hayatınız açısından önemli gelişmeler olmuş. O günleri bize nasıl anlatırsınız?
1965 yılının Temmuz ayında Ankara’daki Muhabere Okulu’na tayin edildim. O sıralar hayatımda yeni bir heyecan daha vardı; Haziran iznimde eşim Filiz’le nişanlanmıştım. 1965 yılıydı. Filiz o zaman 15 yaşındaydı. En büyük şansım, ailesinin bana gösterdiği o sıcaklıktı. Düşünün, o yıllarda nişanlımın evine rahatlıkla girip çıkabiliyordum. Tabii akraba olmamızın da payı vardı. O güven, o samimiyet çok kıymetliydi. Ankara’ya geldiğimde Muhabere Okulu Alayı Antrakt ve Kuranportör Bölüğü’nde göreve başladım. O günler hem mesleki sorumluluk hem de kalbimin en güzel heyecanlarıyla doluydu.
1967’de ortaya çıkan “İlk Kıbrıs Krizi” sırasında siz de Ankara’daki 28. Piyade Tümeni’ne tayin edildiniz. O dönemi bize biraz anlatır mısınız?
Evet, 22 Kasım 1967’de Kıbrıs meselesi iyice gündeme gelmişti. Henüz oğlum 10 aylıktı. Ankara’daki 28. Piyade Tümeni’ne tayin edildim. O gün Ankara’da 30 cm kar vardı. Ayın sonu olduğu için para azdı. Muhtar amca Abdullah ELÇİM bizim aile dostumuz, sevdiğimiz bir insandı. 50 TL istedim, “Filiz’e bırakırım.” Diye “Yok” dedi. Yıkıldım.. Ne bende para vardı ne de eşim Filiz’de böylesi bir yokluk söz konusuydu. Üzülerek vedalaşıp Filiz’le ayrıldık. 24 saatte Konya’ ya vardık yolda çok kar ve buz var. Her iki yanı açık Dodge arkası açık arkada askerler vardı. O soğukta yolculuk yaptılar. Arkadaki askerler donmasın diye sürekli hareket etmelerini sağlardık. Hem yolun soğuğu hem de rüzgârın etkisi çoktu. Filiz’in bana kese kâğıdına sarıp verdiği üzümler olmasaydı acımızdan ölecekmişiz. Sıkıntılı, soğuk günlerdi. Ankara’dan kalkan birlik 3 saat sürecek olan Konya’ya 24 saatte gittik. Konyalıların bize gösterdiği ilgiyi unutmam yiyecek, çamaşır, sigara, çorap vatandaşlar bize hazırlamışlar hem ağlıyorlar hem de Makarios’un kellesini istiyoruz diyorlar.
Ahmet Amcam; o günleri anlatırken sesine titrek bir hüzün, gözlerine ise yılların birikmiş onuru sinmişti. Gözyaşlarını tutamadı… Biz de tutamadık. Her kelimesiyle, geçmişin acısı ve gururu aynı anda içimize işledi.
“Çok şükür, bugünleri de gördük.” derken, o cümlede bir ömrün sabrı, direnci ve şükrü gizliydi. O an, yalnızca bir gazinin anılarını değil, bir milletin kalbinde yaşayan kahramanlık destanını dinliyorduk. Kıbrıs’ın o sıcak topraklarında dökülen her damla ter, her gözyaşı; “Yavru Vatan”ın hürriyeti için verilmiş sessiz bir yemindi.
Ve biz, o anlarda anladık ki — gerçek kahramanlık, cephede olduğu kadar, yıllar sonra bile gözyaşında yankılanan bir gururdur.
Bu yolculuk sırasında unutamadığınız bir an var mı?
Mersin Mut’tan gece geçiyorduk. Bir ihtiyar eline sürahiyi alıp “benim verecek bir şeyim yok, şu bardağı alın, su için” diye yalvarıyordu. Bu bizi derinden etkilemişti.
Başbakan Süleyman DEMİREL bile geldi, bizlere sigara ve çakmak dağıttı. Yolda Kur’an okuyup üzerimize üfleyen kadınları, çocuklarını yanımıza gönderen aileleri gördük. Bu manevi destek bize güç veriyordu.
Bugün gençlere, özellikle askerlik mesleğine ilgi duyanlara bu anınızdan yola çıkarak ne söylemek istersiniz?
Onlara şunu söylemek isterim: Askerlik, sadece silah tutmak değildir. Askerlik; adaletin, insanlığın ve vicdanın bir arada yaşamasıdır. Komutan olmak demek, başkalarının kaderini eline almak demektir. Eğer bir gün gençlerimizden biri üniforma giyerse, unutmasın: Üniforma önce insana saygı duymayı öğretir. Haksızlık karşısında susmasınlar, cesaretle doğruyu savunsunlar. Çünkü gerçek zafer, sadece düşmanı yenmek değil; vicdanın önünde dimdik durabilmektir.
DEVAM EDECEK