İlknur BURSALI

Tarih: 20.10.2025 11:02

EMEKLİ KIBRIS GAZİMİZ ASTSUBAY AHMET EVRENSEL İLE RÖPORTAJ -2-

Facebook Twitter Linked-in

2. BÖLÜM – 
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI: 
BİR SAVAŞIN TANIKLIĞI
ZAFERİN SESSİZ TANIKLARI – 
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI


Kıbrıs’a giden yol, bir yanıyla umut, bir yanıyla belirsizlik ve geride bırakılan sevdaların hüznüydü. Henüz genç yaşta ailelerinden ayrılan askerler, vatan görevi uğruna bilinmez bir yolculuğa çıktılar. Ahmet Evrensel, o günleri hem bir asker hem de bir baba olarak yaşadı. Yıllar sonra bizimle paylaştığı anılarında, savaşın sadece cep-hede değil, vedalarda ve bekleyişlerde de kazanıldığını hatırlatıyor. Henüz genç yaşta, ardında bir eş ve iki küçük çocuk bırakarak cepheye giden Ahmet EVRENSEL o günleri anlatırken, gözleri uzaklara dalıyor:
Kıbrıs Barış Harekâtı başladığında neredeydiniz, nasıl göreve çağrıldınız?
O yıl kardeşim Zinnur’un düğünü vardı. Demirci’ye gidip düğünü yaptık. 16 Temmuz akşamı Ankara’ya dönerken otobüsün radyosundan haberlerde 15 Temmuz 1974’te Makarios’un devrildiği haberini aldık. Yerine Nikos Sampson’un geçtiğini öğrendik. Bu küçük bir olay değildi, bizim de garantörlük anlaşmamızın olduğu bir devlette darbe olmuştu.
Muhabere Okulu’na gittim. Tayinler gelmiş. Bölükte zimmet vardı. 24 saatlik tayindi bu. Yani bana tebliğinden 24 saat sonra görev yerinde olacağım. Göreve yeni başlayan Yüzbaşı Orhan DİLMANER’e silahları sayarak teslim ettim.
Göreve çağrıldığınızda ilk aşamada neler yaşandı?
Albay Avni Engin okul komutanımızdı. Evraklarımızı hazırlattı. Bizi uğurlarken sarılıp öptüler. Avni Engin’in bir sözü hâlâ kulaklarımda: “Şayet dönüş olursa, ben bu görevde kalırsam yeriniz gene burasıdır.”
Ailenizle nasıl vedalaştınız?
Eve geldim hanıma söyledim. Çok üzgündük ama askerdim daha önce de olmuştu. 1967 yılında da gitmiştim. Biraz olsun tecrübeli olmalıydık ama kolay da değildi. O gece saat 21:00'dan sonra garaja gittik. Sadık TAŞAR ve Filiz’in ablası Ayper, Filiz ve çocuklarımız  vardı. Gece olmasına rağmen Filiz güneş gözlüğü takmıştı ağlayıp gözyaşını içine attığı belliydi vedalaştık ayrıldık. Elbette ayrılıklar çok zordu.
20 Temmuz’da Kıbrıs Barış Hare-kâtı başladı. O gün tabur komutanımız Binbaşı Ahmet Özcan KERİMOĞLU, yeni katılan subayları sıraya dizdi. “Sen, sen, sen!” diyerek seçti. Ben de seçilenler ara-sındaydım. 49. Piyade Alayı’na verildik. Asıl branşım muhabere, yani haberleşmeydi. Kripto, şifreleme ve telsiz görevleri yapıyordum.
Ailenizle haberleşebildiniz mi?
İşte en zor kısmı buydu. Mersin’den Alata’ya indik, oradan harekât için hazırlandık. Aileye haber vermek için telgraf çekmem gerekiyordu. PTT olduğu gibi orduya kiralan-mış durumda. O sırada yoldan geçen biri ile sohbet ederken benim adıma telgraf çekme-sini rica ettim. Elimdeki kâğıdı ve telgraf ücreti diye 10 lira da para verdim. Kıbrıs’tan Anka-ra’ya döndüğümde öğrendim ki bu adam yazdığım kâğıdı daha pahalı olan telgraf gibi değil de bir mektup gibi ucuza göndermiş kalan parayı da cebine indirmiş. 10 lira zamanın büyük parasıydı. Buna da şükür dedim ama zarfın üzerindeki yazan yazı başka, içindeki yazı başka olunca Filiz çok korkmuş.
Savaşın ilk günlerinde neler ya-şandı?
Limanlarda bekledik. Gemilere binmek için sabırsızdık. “Bir an önce gidelim” diyorduk ama sürekli bekleyiş vardı. Uyuyamıyorduk, gemiler dolup boşalıyordu. Kara Kuvvetleri Muhabere Daire Başkanı Tümge-neral Servet BiLGi geldi. “Heyecanlanmayın, sıra size de gelecek” diyerek bizi teselli etti. Bizim için asıl önemli olan oraya gidip görevimizi yapmaktı.
Sizi en çok etkileyen anlardan biri neydi?
Kıbrıs’a doğru giderken römorkörlerle taşındık. Gemilere biniyor, tekrar iniyorduk. Bir ara herkes “Acaba bizi göndermeyecekler mi?” diye düşündü. Çünkü emir üzerine bekletiliyorduk. Oysa biz orada olmayı, cep-hede görev yapmayı istiyorduk. Bizi en çok yoran belirsizlikti. Ama sonunda Kıbrıs’a ayak bastık. O anın heyecanı tarif edilemez.
O günlerde Mersin Limanı’ndaki atmosfer nasıldı?
LİMANDA UMUDUN SESİ
Liman ana baba günü gibiydi…
Yirmi dört saat boyunca kimse uyumuyor, her köşede ayrı bir telaş yaşanıyordu.Türkiye’nin dört bir yanından gelen askerler, araçlar, kamyonlarla taşınan yiyecekler ve malzemelerle birlikte, koca bir millet tek yürek olmuştu. Halk, köylerinden elinde ne varsa getiriyordu: bir ekmek, bir tencere yemek, bir paket sigara… Kimi ağlıyor, kimi dua ediyordu. Askerlerle kucaklaşan yaşlı kadın-ların dudaklarından aynı cümle dökülüyordu:
“Mehmetçikler yesin, helal olsun!”
O sözler, o bakışlar askerler için en büyük moraldi. Bir ulusun yüreği, Mersin Limanı’nda atan tek bir kalbe dönüşmüştü.   Ahmet EVRENSEL o anları anlatırken sesi titriyor, bizse sessizce dinliyoruz. Kelimeleri ağır ağır döküldükçe, o günlerin tozlu rüzgârını  yeniden soluyor gibiyiz.

“O kadar derinden yaşıyor ki… Sesinde o yılların hüznü, gururu, yorgunluğu bir arada. Dinlerken biz de o günleri yüreğimizde hissediyoruz.”
- Tarih dediğimiz şey, çoğu zaman kalın kitaplarda, sayısız belgenin arasında karşımıza çıkar. Ama gerçekte tarih; bir askerin gözyaşında, bir köylü çocuğun uzat-tığı ekmekte, bir annenin dualarında saklıdır. İşte bu yüzden sözlü tarih, en sahici kaynaktır. Bu sebeple Ahmet EVRENSEL’in her sözü bizler için tarihe düşen bir kayıt oluyor kendisini büyük bir heyecanla dinliyorduk.

Sevkiyat nasıl gerçekleşti?
Araçlar römorkörlerle çıkarma gemilerine bindirildi. Tanklara çok ihtiyaç vardı  onları öne aldılar. Truva Feribotu başta olmak üzere gemilere asker ve malzeme yüklemeleri gece gündüz sürdü. Uykusuzduk, sürekli teyakkuzdaydık. Gemilere binmek için sabırsızlanıyorduk ama aynı zamanda belirsizlik de vardı. Günlerce limanda beklemek kolay değildi.
Truva Feribotu’ndaki şartlar nasıldı?
28 Temmuz 1974 gecesi bindik. Gemide askerler dip dibe yatıyordu. Kamara yoktu, boş bulduğumuz yere uzanıyorduk. Terden elbiselerimiz kazık gibi olmuştu. Adeta üzerimize yapış-tı. Mersin limanında arkadaşımdan yedek elbise isteyebildim. O da buldu getirdi. Kolay değildi 10 gündür uyumamıştık, yatak yüzü görmedik. Limanda beklerken hazır olduğumuzu bilmek moral veriyordu ama sıkıntılar da çoktu.
Bugünden bakınca, o günleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz gençtik, cesurduk. Görev denildiğinde gözümüzü kırpmadan gittik. O günkü şartlarda iletişim yok, imkânlar kısıtlı ama inanç vardı. Vatan görevi diyerek çıktık yola. Şimdi geriye dönüp baktığımda, yaşadığımız her şeyin ne kadar kıymetli olduğunu anlıyorum. Kıbrıs Barış Harekâtı bizim için hem bir sınav, hem de onur vesilesidir.
“ BİRLİĞİMİ ARIYORUM! ” 
– KIBRIS GAZİSİ AHMET EVRENSEL ANLATIYOR
Ahmet Bey, Kıbrıs’a çıktıktan sonra ilk günler nasıldı, birliğinizi kolay bulabildiniz mi?
Hayır, ilk günlerde en büyük sıkıntımız buydu. Herkese soruyorduk, “49. Piyade Alayı nerede?” diye. Biz onların muhabere takımıydık ama kimse bilmiyordu. Sonunda AN/TRC antenini görünce rahatladık. Muhabere Astsubayı Abbas UZUNLU’yla karşılaştık. Bizi çok iyi karşıladılar. Pişmekte olan kuru fasulye ve pirinç pilavından ikram ettiler. Tadını ömrümce unutamıyorum. Sonra cepheden ilk mektubumu yazdım, tarih 29 Temmuz 1974’tü. Aileme “Merak etmeyin” dedim.
Sizi en çok zorlayan durum ne oldu?
Sürekli yürüyorduk, yol boyu taramalar yapıyorduk. Et-rafta yıkılmış evler, yakılmış araçlar, hendeklerde Rum askerlerinin cesetleri vardı. Bu manzaralar kolay şeyler değildi. Hem psikolojik hem de fiziki olarak çok yorulduk. Kıyafetimiz dahiliye elbise tam teçhizatlı miğferli elimizdeki çanta Thopson ve 300 mermisi ile sırtımızda o kadar ağır geliyordu ki ama herkesin kendine göre ağırlığı vardı. Alayımızın olduğu yere 6 saatte hiç durup dinlenmeden yürüyerek geldik
Cephede birliğinizle neler yaptınız?
Alay Karargâh Bölük Komutanı Mehmet VURAL ve kıdemli başçavuşlarımızla beraber mevzi kazdık. Yerleşmeler yapıldı, AN/TRC telsizleri kuruldu. Herkes görevini yerine getirdi. İstirahate çekildiğimizde bir tarafta uyuyan askerler, öbür tarafta silahıyla nöbet tutanlar vardı. Uyusak bile tam bir rahatlık olmuyordu. Çünkü her an saldırı ihtimali vardı.
Savaş ilerledikçe neler yaşadınız?
“31 Temmuz’dan itibaren tamamen ateş kesildi. Boğaz yolu ile Dikomaya’ya, oradan da Sihari köyüne gittik. Sessizlik çökmüştü. Araçlara bindik, top-landık. Yabancı bir bölgedeydik. Herkesin bakışında aynı endişe vardı: ‘Bizi neler bekliyor?’ ”
O sessizliği en iyi anlatan şey, askerlerin gözleriydi. Henüz başlamamış bir savaşın ağırlığını taşır gibi…
Operasyon öncesinde iletişimi nasıl sağladınız?
AN/TRC cihazını kurduk, tümen ile telli irtibatı başlattık. Grup beklemeye geçti, her şey yolundaydı. Kötü günler gerideydi; yemekler iyiydi, evle haberleşiyorduk — ailemiz de iyiydi. Ancak kulağımız radyo-daydı; Barış görüşmeleri sürüyordu. Dışişleri Bakanı Turan GÜNEŞ Cenevre’de Yunan ve İngilizlerle görüşüyordu.
Muhabere taburunda kimler vardı, kimleri unutamıyorsunuz?
Muhabere taburundaki görevli Başçavuş Hüseyin GÜLTEKİN’i hiçbir zaman unutmam. İyiliklerini, insanlığını unutamam. Mektuplarımı o getirirdi, teselli eden oydu. Ne yazık ki 1981’de kaybettik.

        DEVAM EDECEK

Harekâtın başlangıç anını nasıl hatırlıyorsunuz?
Cenevre’deki barış görüşmelerine göre ya harekât devam edecek veya anlaşma yapılacaktı.12 Ağustos’ta gizli olarak harekât emri geldi. Bizim takımın  ne yapacağı,ne olacağı  belli idi.Harekat olacaksa ”ZAFER” anlaşma olacaksa “TEMEL” idi.
3–4 gündür huzursuzduk, uykusuzduk; bekliyorduk. Hareket emrinde uçakların 00.60’da geleceği, hedefleri bombalayacağı; harekâtın topçu atışıyla başlayacağı planlanmıştı. Kulağımız telefondaydı. Gece saat 04.00’da telefon çaldı: “Burası tümen nöbetçi amirliği — Komutanım, ZAFER” dedi. Bir ses: “Alay Komutanı Nihat TOPRAK.” “ZAFER, hayırlı olsun” dediler ve kapandı. Biz de kendimize göre hazırlıklarımızı yaptık; uyku kalmamıştı.
“Uçaklarımızı görünce ne hissettiniz?”
“Türk jetleri gökyüzünü kapladığında gözlerim doldu. Lefkoşa’ya bombalar yağarken sevincimden ağladım. O an, zaferin bizim olacağına inandım.”
Gökyüzü mavi değildi artık; özgürlüğün rengiyle, barışın umuduyla boyanmıştı.
Beklenen sabah nasıl geçti?
Sabahı, yani uçakları görmek için bekledik. Herkes daha önce hazırlanmış avcı boy çukurlarındaydı; kimse dolaşmıyordu. Sabah çorbasını bile mevzilerde dağıttık. Beklenen saat nihayet geldi; gökyüzü uçaklarla kaplandı. Gruplar hâlinde gidiyorlardı — güneye, batıya, doğuya. Sanayi bölgesinin bombalandığını gördük; ben sevinçten ağlıyordum, “başlarına bir şey gelmesin” diye dua ediyordum.
Bombardıman anındaki duygu ve gözlemleriniz nasıldı?
Uçaklar yan yatıp bombayı bırakıyordu; bıraktıkları yerde duman minare gibi yükseliyordu. Alevlerin, dumanların arkası kesilmiyordu. Uçaklar coşkuyla dönerken diğerleri görevlerini yapıyordu. Yaklaşık yarım saat kadar sürdü.
Harekât sırasında telsiz ve telli iletişimde bir sorun yaşandı mı?
Evet. Harekât esnasında telsiz susması vardı.Hiçbir telsiz cihaz çalıştırılmayacaktı, irtibatlar telli olacaktı. Biz zaten tümenle telli irtibat hakkındaydık.Ancak hareket başladıktan sonra tümenden irtibatımız koptu; meşguliyet, konuşma yoktu. Hatta bakım için kimin geleceği belli değildi.
İrtibatın kesilmesi askerlerinizi nasıl etkiledi?
Birbirimize baktık; her taraf gürültü, patırtı içindeydi. “Ben kendim giderim” dedim; askerlere, “Benimle gelecek olan gelsin” diye ayağa kalktım. Onlar da hep birlikte benimle gelmek istediler. Hat içinden geçen mermiler kuru otları yakmaya başlayınca herkes korktu.
İlerlerken yaşadığınız tehlikeler oldu mu?
Evet araçla ilerlerken gerimizdeki bölgelerden ateş ediliyordu; kime, nereye nişan verdikleri belli değildi. Birlik komutanına haber verecek birini gönderdik; neredeyse vurulacaktık, hatta kendi askerimizin ateşiyle zarar görme tehlikesi vardı. Bir tank gördük; attığımız isabetle 500 metrelik kısmı kopmuş, kullanılamaz hâle gelmişti.
Binanın terasında 39. Piyade Tümen Komutanı Tümgeneral Bedrettin DEMİREL’i dürbünle harekâtı izlerken gördüm. O da Lefkoşa tarafındaki yanan yerleri, Sanayi bölgesinden çıkan dumanı izliyordu. Hemen irtibatı sağlayıp yerimize döndük; o anda büyük bir huzur duydum.
Sizce o günkü koşullarda en zor olan neydi?
Belirsizlik. Yolda yürüyorsun, her an bir pusu olabilir. Geceleri köylere girdiğimizde terk edilmiş evleri görüyoruz. Bazen yiyecek buluyoruz, bazen hiçbir şey yok. Ama en zoru, “Acaba sabaha çıkacak mıyız?” sorusuydu. Yine de biz görevimizi yaptık.
Geriye dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
Bugün hâlâ o günleri düşündüğümde gözümün önüne yıkılmış evler, yanan araçlar geliyor. Ama bir yandan da asker arkadaşlarımın dayanışması, o günkü cesaretimiz geliyor. Biz vatan için görevimizi yaptık. Şimdi o günleri gururla anıyorum.
Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında ilk olarak hangi bölgede görev aldınız?
Değirmenlik köyünde yaşananları unutmak mümkün değil.14.Piyade Alayı’ndan Muhabere Başçavuş Cafer YILDIRIM’dan da dinlemiştik. Biz köyden geçtikten sonra köyü temizlemeleri ve kontrol etmeleri gerekiyordu. Yüzlerce asker kaçağı, Rum asker yakalanmıştı. Direnenler temizlenmiş, teslim olanlar Kolorduya gönderilmişti. O köyden tedbirli geçmesek Belki biz de avlayacaklardı belki de Rumlar korkup dokunmadılar.
Köy halkının size yaklaşımı nasıldı?
Bazı köylülerden çok yardım gördük. Örneğin Salih dayı vardı. “Allah ondan razı olsun” derim. Bizim takıma yiyecek getirirdi, moral verirdi. Türk köylerine vardığımızda halk bizi bağrına basıyordu. Kadınlar yemek yapıyor, çocuklar ellerimizi tutuyordu. Bir asker için bundan daha büyük moral olamaz.
”O küçücük ellerde, bir milletin kocaman duası vardı.
O dönem askerlerinizin moral durumu nasıldı?
Açık söylemek gerekirse çok zor günlerdi. Sürekli uykusuz, huzursuz, diken üstünde beklerdik. Ama yine de birbirimize destek olduk. Her ne olursa olsun şükrederdik. Çünkü en çok korktuğumuz şey, kazasız belasız intikalin tamamlanamayacağıydı. Ama Allah’a şükür, “Omorfo”ya intikali kazasız atlattık.
Savaş bitmişti, ama hafızalarda hiç bitmeyecek bir yangın bırakmıştı.
Geriye dönüp baktığınızda, size en çok kalan nedir?
En çok kalan şey, sorumluluk duygusu… Hem bir eş, hem bir asker, hem de bir insan olarak büyük sınavlardan geçtik. O yıllarda yaşadığımız her şey, bugün ülkemizin bağımsızlığını ve güvenliğini daha iyi  anlamamı sağladı. Bize  verilen görevleri yaparken  aslında tarih yazdığımızı sonradan anladım.
Sayın Ahmet EVRENSEL, Kıbrıs’taki görev günlerinizde hem cephe gerisinde hem de kişisel olarak zorlu süreçlerden geçtiğinizi biliyoruz. Özellikle  Ankara’dan gelen o telefon, hayatınızın unutulmaz anlarından biri olmuş. Bize o günü anlatır mısınız?
Evet, o gün hafızamdan hiç silinmez. Binaya girerken sağ tarafta, kumlu taşlı bir bağ yolu vardı. Bizim yerimiz, o portakal ağaçlarının altındaydı. Bir gün tam oradayken telefon geldi. Ankara’dan arayan ses bana, “Eşiniz GATA’da ameliyat oldu” dedi. O an içimde bir sızı hissettim, ne olduğunu anlayamadım. Hemen hastaneyi aradım, araştırdım. Filiz apandisit ameliyatı olmuş. Birkaç gün uğraştıktan sonra nihayet Filiz’le konuşabildim ama aklım hâlâ Ankara’daydı. Hemen izin alıp yanına gitmeye hazırlandım.
Ankara’ya dönüş süreci de başlı başına bir hikâye olmuş sanırım?
Kesinlikle öyle. Askerî uçakla gidecektik; toplam 11 subaydık. Adana’da indiğimiz hava alanında bir havacı Yarbay, uçağın kapısında bizi bekliyordu. “Aslanlarım, koçlarım, kahramanlarım, gazilerim!” diyerek hepimize tek tek sarıldı. Nereye gideceğimizi öğrenip kendi elleriyle araç ayarladı, bizi uğurladı. İşte o an, insanın içini ısıtan o saygı ve sevgi duygusunu iliklerime kadar hissettim.
Eşiniz ve çocuklarınızla buluştuğunuzda neler hissettiniz?
Filiz’i ve çocukları görmek bütün yorgunluğumu aldı. Sayılı gün çabuk geçti ama o kısa izin bana büyük moral verdi. Döndüğümde Kıbrıs artık ilk zamanlardaki gibi değildi. Savaşın tedirginliği azalmıştı ama yine de temkinliydik. Bir süre sonra Filiz de çocuklarla birlikte yanıma gelmeye karar verdi. Onlar Kıbrıs’a gelen ilk askerî ailelerden biriydi. Zor günlerin ardından onlarla birlikte yaşamak, hayata yeniden bağlanmak gibiydi.
          
DEVAM EDECEK


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —